“Bana ne?”
“Sana ne?”
“Kime ne?”
Soru gibi görünen bu cümleler, aslında cevap beklemeyen bir umursamazlığın, ilgisizliğin ve tepkisizliğin
ifadesidir. Aynı zamanda sorumluluktan ve toplumun vicdan terazisinden kaçışın en sıradan, en etkili
yollarıdır.
Toplumun damarlarına sinsice yayılan bu “bana ne” virüsü, sadece bireysel ilgisizliği değil, kolektif
vicdanın çöküşünü de beraberinde getirir. Komşunun çığlığına kulak tıkayan, sokaktaki adaletsizliğe
gözlerini kapatan, ekran başında zulmü izleyip sessiz kalan herkes, bu kuluçkaya bir yumurta daha
bırakır. Çünkü kötülük, sadece yapanla değil; görüp susanla, bilip sırtını dönenle, duyup “bana ne”
diyenle büyür.
Bu cümlelerin ardından “Ben karışmam” vurdumduymazlığı, “Bana dokunmayan yılan bin yıl
yaşasın” teslimiyetçiliğiyle mühürleniyor; “Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek de
kişiselleştiriliyorsa, kötülük artık kuluçkaya yatırılmış demektir. Her şeye eyvallah diyen, nur topu gibi
tepkisiz ve suskun bir toplumun doğması kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız tarih itibarıyla da tam olarak
bu durumun ete kemiğe bürünmüş hâlini yaşıyoruz.
Ve sonra bu suskunluk miras bırakılır. Çocuk, babasının “bana ne” sini devralır; genç, öğretmeninin “sana
ne” sine özenir; memur, amirinin “kime ne “sine sığınır. Böylece kötülük, sadece yaşanmaz; öğretilir,
aktarılır, kurumsallaşır. Vicdan, artık bireysel bir refleks değil; toplumsal bir aykırılık hâline gelir. Tepki
vermek garipsenir, ses çıkarmak dışlanır. Çünkü kötülüğe karşı durmak, zinciri kırmak demektir — ve
zinciri kıran, mirasa ihanet etmiş sayılır.
Kötüye ve kötülüğe, zalime ve zulme karşı çıkmak yerine, kötülüğe karşı çıkanlara karşı çıkan; susmayı
isteyen ve zalimi, zulmü alkışlayan bir toplum hâline geldik. Linç kültürü, kötülüğün ve zulmün değil; ona
itiraz edenin peşine düşüyor.
Kötü olan yanlışlar mı, yoksa yanlışa sessiz kalmak mı? Altın kadehte sunulan zehir mi, tebessümle
gelen morfin mi? Alkışla büyüyen, sessizlikle beslenen bir alışkanlık mı? Kötülük bazen bir çığlık, bazen
bir suskunluk, bazen de bir alışkanlıktır.
Kötü kötü...
İyi de iyi.
Ama bu sadelik, kötülüğün kılık değiştirme becerisini unutturmamalı. Bugün kötülük, bireysel özgürlük
kisvesiyle korunuyor; kişisel dokunulmazlıkla zırhlanıyor.
Kötülük zaman zaman şekil değiştirir ama özünden ve hedefinden vazgeçmez. Toplumun huzurunu
bozar, genetiğini çürütür. Mazlumu ezer, zalimi yüceltir. Hakikati susturur, dedikoduyu konuşturur. Adaleti
gölgeler, alkışı ödül yapar. Kötülük yerini şaşırmaz: hep vicdanın karşısına dikilir.
Kötüyle iyiyi ayırt etmek isteyen, sözlüğe değil; Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Saniye’ye bakmalı. Anlamak
isteyen, Hz. Peygamber’in (SAV) ve Ashab’ın yaşantısına yönelmeli.
Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle
değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle
düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78) Bu Hadisi Şerif kötüye
ve kötülüğe karşı duruşta şiar edinmelidir.
Hazret-i Ömer (R.A.) hilâfete geçtiğinde halka şöyle seslenmişti: “Ey nas! Ben haktan, adaletten
ayrılırsam ne yaparsınız?” Allah Resul’ünün ahlakıyla ahlaklanmış bir sahabe ayağa kalktı: “Ya Ömer!
Sen eğrilirsen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” Hz. Ömer ellerini açarak Rabbine şükretti:
“Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçlarıyla doğrultacak arkadaşlarım varmış!”
Yine Hz. Ömer’in bir başka kıssasında, Cuma hutbesi için ayağa kalkar ve “Ey cemaat, beni dinleyin!”
der. Cemaatten biri bağırır: “Ey Ömer! Seni dinlemiyoruz!” Hz. Ömer sorar: “Neden?” Sahabe
cevaplar: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştü. Ben zayıf vücutlu olduğum hâlde kendime elbise
diktiremedim. Sen ise iri vücutlu olduğun hâlde diktirmişsin. Demek ki kendine fazla kumaş almışsın.” Hz.
Ömer hemen oğlu Abdullah’a seslenir. Abdullah ayağa kalkar: “Kendi hissesini babasına verdiğini,
babasının da iki hisseyle elbise diktirdiğini” açıklar. Bunun üzerine sahabe: “Şimdi anlat ey Ömer!
Artık seni dinleyebiliriz.” der.
Arife tarif gerekmez. Ama vicdanın “Olun Ashap olayım Ömer’ül Hattap” diyen diliyle, “Olun Ömer’ül
Hattap olalım Ashab” çağrısı arasında hakikatin sesini unutmamak gerekir.
Kur’an-ı Kerim, Sünnet ve Ashaba yapılan referanslar; Hz. Ömer kıssaları, sadece birer örnek değil,
vicdanın ve adaletin nasıl somutlaştığını gösteren bugüne yansıyan aynalardır. “Eğrilirsem beni
kılıçlarıyla doğrultacak arkadaşlarım varmış” cümlesi, bugünün suskunluğuna karşı rehber bir uyanış
çağrısıdır.
Daldaki meyve gibi... İyiden ve kötüden herkes nasibini alır. Kimisi nasibini aldıktan sonra meyve veren
ağacı taşlar. Kimisi taşlamakla kalmaz, kökünü kurutmaya çalışır. Çünkü iyilik bazılarına yük gibi gelir.
Bazılarına da tehdit. İyilik bazen taşlanır, çünkü kötülüğün düzenini bozar.
Kimi kötülükler taşla gelir, kimi tebessümle. Kimi bağırır, kimi fısıldar. Kimi kendini gösterir, kimi saman
altından yürüyen su gibi sinsice ilerler. Nesilden nesile, bazen ninniyle bazen de “Zeytinyağlı yiyemem”
ve “Kime ne, köle miyim ben sana” gibi sözde halk türküsü görünümlü, aslında siparişle üretilmiş
söylemlerin sloganlaşmış nakaratları türkü diye kulaktan kulağa aktarılır.
Siz aslında doğrusunu yapıyorsunuz ama size bu itirazı dillendirenler muhalif, gizli FETÖ’cü, işte şu işi
olmadı da ondan böyle yapıyor gibi... Samanın altından mecrasına akıtılan su gibi kulaklara fısıldanır. Bir
miras gibi değil, bir alışkanlık gibi. “Biz böyle gördük” cümlesiyle mühürlenir; vicdanın iptal tuşu olur.
“Biz böyle gördük” cümlesi, kötülüğün en sessiz kılıfıdır. Kimse sorgulamaz. Çünkü sorgulamak, mirasa
ihanet sayılır. Oysa kötülük en çok sorgusuz kaldığında kök salar. Sorgulanmayan her gelenek,
kötülüğün kuluçkasıdır. Sorgusuzluk, kötülüğün en verimli toprağıdır.
Zincir sadece dışarıda değil, içeride de örülür. İnsan bazen kendi içinde sessizlikle anlaşma yapar. Bir
haksızlığı gördüğünde gözünü kaçırır. Bir dışlamaya tanık olduğunda “Benimle ilgili değil” der. Ama her
kaçınma, zincirin içe doğru büyümesidir. Vicdan sadece dışa karşı değil, içe karşı da uyanık olmalıdır.
İçimizdeki sessizlik, dışımızdaki zulmün ortağıdır.
Kötülüğün mirası sadece eylemle değil; ihmalle de taşınır. Bir dedikoduyu düzeltmeyen, onu yaymış
kadar olur. Bir dışlamaya ses etmeyen, onu onaylamış sayılır. Bir haksızlığa “Ben karışmam” diyen,
mirası devralır. Bir yanlış uygulamayı “Biz hep böyle yaptık” diyerek sürdüren, zinciri sağlamlaştırır.
Kimi kötülükler susarak çoğalır.
Ama suskunluk kader değildir. Her suskunluk bir konuşma ihtimali de taşır. Bir “Yeter” sesi zinciri
kırabilir. Bir “Bu bana ait değil” cümlesi mirası reddedebilir. Bir “Artık değil” tavrı yeni bir başlangıç
olabilir. Zinciri kırmak için bazen sadece bir kişi yeter.
Bazen bir çocuk “Kral çıplak!” diye bağırdığında, bazen de sırça köşke atılan bir taş ya da Menderes’in “Yeter! Söz milletindir.” diyerek bir devri kapattığı gibi… Bugün “Yeter! Söz vicdanındır.” diyerek yeni bir devir açılabilir. Çünkü kötülük mirasla değil; itirazla son bulur. Ve her itiraz bir zinciri eksiltir. Kötülüğün sonu, suskunluğun bittiği; itirazın başladığı yerdir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Hasan Kaya
Kötülüğün Kuluçkası: “Bana Ne”
“Bana ne?”
“Sana ne?”
“Kime ne?”
Soru gibi görünen bu cümleler, aslında cevap beklemeyen bir umursamazlığın, ilgisizliğin ve tepkisizliğin
ifadesidir. Aynı zamanda sorumluluktan ve toplumun vicdan terazisinden kaçışın en sıradan, en etkili
yollarıdır.
Toplumun damarlarına sinsice yayılan bu “bana ne” virüsü, sadece bireysel ilgisizliği değil, kolektif
vicdanın çöküşünü de beraberinde getirir. Komşunun çığlığına kulak tıkayan, sokaktaki adaletsizliğe
gözlerini kapatan, ekran başında zulmü izleyip sessiz kalan herkes, bu kuluçkaya bir yumurta daha
bırakır. Çünkü kötülük, sadece yapanla değil; görüp susanla, bilip sırtını dönenle, duyup “bana ne”
diyenle büyür.
Bu cümlelerin ardından “Ben karışmam” vurdumduymazlığı, “Bana dokunmayan yılan bin yıl
yaşasın” teslimiyetçiliğiyle mühürleniyor; “Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek de
kişiselleştiriliyorsa, kötülük artık kuluçkaya yatırılmış demektir. Her şeye eyvallah diyen, nur topu gibi
tepkisiz ve suskun bir toplumun doğması kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız tarih itibarıyla da tam olarak
bu durumun ete kemiğe bürünmüş hâlini yaşıyoruz.
Ve sonra bu suskunluk miras bırakılır. Çocuk, babasının “bana ne” sini devralır; genç, öğretmeninin “sana
ne” sine özenir; memur, amirinin “kime ne “sine sığınır. Böylece kötülük, sadece yaşanmaz; öğretilir,
aktarılır, kurumsallaşır. Vicdan, artık bireysel bir refleks değil; toplumsal bir aykırılık hâline gelir. Tepki
vermek garipsenir, ses çıkarmak dışlanır. Çünkü kötülüğe karşı durmak, zinciri kırmak demektir — ve
zinciri kıran, mirasa ihanet etmiş sayılır.
Kötüye ve kötülüğe, zalime ve zulme karşı çıkmak yerine, kötülüğe karşı çıkanlara karşı çıkan; susmayı
isteyen ve zalimi, zulmü alkışlayan bir toplum hâline geldik. Linç kültürü, kötülüğün ve zulmün değil; ona
itiraz edenin peşine düşüyor.
Kötü olan yanlışlar mı, yoksa yanlışa sessiz kalmak mı? Altın kadehte sunulan zehir mi, tebessümle
gelen morfin mi? Alkışla büyüyen, sessizlikle beslenen bir alışkanlık mı? Kötülük bazen bir çığlık, bazen
bir suskunluk, bazen de bir alışkanlıktır.
Kötü kötü...
İyi de iyi.
Ama bu sadelik, kötülüğün kılık değiştirme becerisini unutturmamalı. Bugün kötülük, bireysel özgürlük
kisvesiyle korunuyor; kişisel dokunulmazlıkla zırhlanıyor.
Kötülük zaman zaman şekil değiştirir ama özünden ve hedefinden vazgeçmez. Toplumun huzurunu
bozar, genetiğini çürütür. Mazlumu ezer, zalimi yüceltir. Hakikati susturur, dedikoduyu konuşturur. Adaleti
gölgeler, alkışı ödül yapar. Kötülük yerini şaşırmaz: hep vicdanın karşısına dikilir.
Kötüyle iyiyi ayırt etmek isteyen, sözlüğe değil; Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Saniye’ye bakmalı. Anlamak
isteyen, Hz. Peygamber’in (SAV) ve Ashab’ın yaşantısına yönelmeli.
Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle
değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle
düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78) Bu Hadisi Şerif kötüye
ve kötülüğe karşı duruşta şiar edinmelidir.
Hazret-i Ömer (R.A.) hilâfete geçtiğinde halka şöyle seslenmişti: “Ey nas! Ben haktan, adaletten
ayrılırsam ne yaparsınız?” Allah Resul’ünün ahlakıyla ahlaklanmış bir sahabe ayağa kalktı: “Ya Ömer!
Sen eğrilirsen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” Hz. Ömer ellerini açarak Rabbine şükretti:
“Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçlarıyla doğrultacak arkadaşlarım varmış!”
Yine Hz. Ömer’in bir başka kıssasında, Cuma hutbesi için ayağa kalkar ve “Ey cemaat, beni dinleyin!”
der. Cemaatten biri bağırır: “Ey Ömer! Seni dinlemiyoruz!” Hz. Ömer sorar: “Neden?” Sahabe
cevaplar: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştü. Ben zayıf vücutlu olduğum hâlde kendime elbise
diktiremedim. Sen ise iri vücutlu olduğun hâlde diktirmişsin. Demek ki kendine fazla kumaş almışsın.” Hz.
Ömer hemen oğlu Abdullah’a seslenir. Abdullah ayağa kalkar: “Kendi hissesini babasına verdiğini,
babasının da iki hisseyle elbise diktirdiğini” açıklar. Bunun üzerine sahabe: “Şimdi anlat ey Ömer!
Artık seni dinleyebiliriz.” der.
Arife tarif gerekmez. Ama vicdanın “Olun Ashap olayım Ömer’ül Hattap” diyen diliyle, “Olun Ömer’ül
Hattap olalım Ashab” çağrısı arasında hakikatin sesini unutmamak gerekir.
Kur’an-ı Kerim, Sünnet ve Ashaba yapılan referanslar; Hz. Ömer kıssaları, sadece birer örnek değil,
vicdanın ve adaletin nasıl somutlaştığını gösteren bugüne yansıyan aynalardır. “Eğrilirsem beni
kılıçlarıyla doğrultacak arkadaşlarım varmış” cümlesi, bugünün suskunluğuna karşı rehber bir uyanış
çağrısıdır.
Daldaki meyve gibi... İyiden ve kötüden herkes nasibini alır. Kimisi nasibini aldıktan sonra meyve veren
ağacı taşlar. Kimisi taşlamakla kalmaz, kökünü kurutmaya çalışır. Çünkü iyilik bazılarına yük gibi gelir.
Bazılarına da tehdit. İyilik bazen taşlanır, çünkü kötülüğün düzenini bozar.
Kimi kötülükler taşla gelir, kimi tebessümle. Kimi bağırır, kimi fısıldar. Kimi kendini gösterir, kimi saman
altından yürüyen su gibi sinsice ilerler. Nesilden nesile, bazen ninniyle bazen de “Zeytinyağlı yiyemem”
ve “Kime ne, köle miyim ben sana” gibi sözde halk türküsü görünümlü, aslında siparişle üretilmiş
söylemlerin sloganlaşmış nakaratları türkü diye kulaktan kulağa aktarılır.
Siz aslında doğrusunu yapıyorsunuz ama size bu itirazı dillendirenler muhalif, gizli FETÖ’cü, işte şu işi
olmadı da ondan böyle yapıyor gibi... Samanın altından mecrasına akıtılan su gibi kulaklara fısıldanır. Bir
miras gibi değil, bir alışkanlık gibi. “Biz böyle gördük” cümlesiyle mühürlenir; vicdanın iptal tuşu olur.
“Biz böyle gördük” cümlesi, kötülüğün en sessiz kılıfıdır. Kimse sorgulamaz. Çünkü sorgulamak, mirasa
ihanet sayılır. Oysa kötülük en çok sorgusuz kaldığında kök salar. Sorgulanmayan her gelenek,
kötülüğün kuluçkasıdır. Sorgusuzluk, kötülüğün en verimli toprağıdır.
Zincir sadece dışarıda değil, içeride de örülür. İnsan bazen kendi içinde sessizlikle anlaşma yapar. Bir
haksızlığı gördüğünde gözünü kaçırır. Bir dışlamaya tanık olduğunda “Benimle ilgili değil” der. Ama her
kaçınma, zincirin içe doğru büyümesidir. Vicdan sadece dışa karşı değil, içe karşı da uyanık olmalıdır.
İçimizdeki sessizlik, dışımızdaki zulmün ortağıdır.
Kötülüğün mirası sadece eylemle değil; ihmalle de taşınır. Bir dedikoduyu düzeltmeyen, onu yaymış
kadar olur. Bir dışlamaya ses etmeyen, onu onaylamış sayılır. Bir haksızlığa “Ben karışmam” diyen,
mirası devralır. Bir yanlış uygulamayı “Biz hep böyle yaptık” diyerek sürdüren, zinciri sağlamlaştırır.
Kimi kötülükler susarak çoğalır.
Ama suskunluk kader değildir. Her suskunluk bir konuşma ihtimali de taşır. Bir “Yeter” sesi zinciri
kırabilir. Bir “Bu bana ait değil” cümlesi mirası reddedebilir. Bir “Artık değil” tavrı yeni bir başlangıç
olabilir. Zinciri kırmak için bazen sadece bir kişi yeter.
Bazen bir çocuk “Kral çıplak!” diye bağırdığında, bazen de sırça köşke atılan bir taş ya da Menderes’in “Yeter! Söz milletindir.” diyerek bir devri kapattığı gibi… Bugün “Yeter! Söz vicdanındır.” diyerek yeni bir devir açılabilir. Çünkü kötülük mirasla değil; itirazla son bulur. Ve her itiraz bir zinciri eksiltir. Kötülüğün sonu, suskunluğun bittiği; itirazın başladığı yerdir.