Çocukluğumdan beri balık avı yapmayı seviyorum. O zamanlar sanayi
tesisleri kurulmadığı, köylerin kanalizasyonlarının derelere
bağlanmadığı, sulu tarıma geçilmediği ve dereler kurumadığı için
70'li yıllarda kara dikiş ipliğinden misina, toplu iğneden olta iğnesi,
mısır sapından şamandıra, günebakan sapından da olta kamışı yapıp
balık avına giderdik.
O zaman dereler şimdiki gibi kir pas içinde değildi. Elimizde plastik
su şişeleri olmadığı için susadığımızda eğilip derelerden kana kana su
içerdik. Derelerin derin olmayan yerlerinde berraklıktan suyun dibi
ayna gibi görünürdü. Şimdiki akvaryumlar gibi her nevi çeşit
yenilebilir nitelikte o zaman dereler de balık mevcuttu ve yenilebilir
nitelikteydi. Ayrıca çok da lezzetliydi.
Balığa gittiğimde her zaman karnımızı doyuracak, amelimizi
körleyecek kadar balık tutar eve gelirdim. Rahmetli anam onları bir
güzel temizler, odun ateşi üzerinde bakır tavada yağda bir güzel
kızartırdı.
Bu satırları yazarken dahi burnumun direği sızladı. Tertemiz
derelerden tutulmuş lezzetli balıklar, odun ateşi bakır kalaylanmış
tavada ana eliyle pişirilen fırın ekmeği ve balık ile savılan övünler...
Anası vefat edip de ana hasreti çeken, odun ateşinde kalaylanmış bakır
tavada anası tarafından pişmiş balıkları ve anasının yoğurduğu köy
fırınında pişirilmiş ekmeği ömrü hayatında bir kere dahi yemiş olanlar
o günleri ve aşın tadını bilen herkesin burnu sızlar...
Ne zamanki dereler, sanayi atıkları ve kanalizasyon ile kirlendi, derelerde
balık değil hiçbir canlı yaşamamaya başladı. Aynı zamanda çetin
hayat mücadelesi her birimizi etrafımızı göremez hale getirdi. Balık
tutmak yerine balıkçıdan balık almaya başladık, benim balık avı
serüvenim de böylece bitti.
Merakım var mıydı? Vardı tabi ki... 20 yıl önce avlanmak için olta
takımımı düzmüştüm ama zaman bulup üç beş defanın haricinde oltayı
açıp kullanamamıştım.
Emekli olduktan sonra, hele ki biricik kızımı genç yaşta toprağa
verdikten sonra kendim ile balığa gitmeye başlamıştım. Derelerde
balık yoktu ama baraj ve göletlerde balık tutabiliyorduk.
Baraj ve göletlerin de cılkı çıkmıştı. Her taraf İsrail Sazanı istilacı
balıklar ile doluydu. Tat vermiyordu ama yine de tatlı su balıkçılığına
devam ediyordum.
Ne zamanki tatlı suda av yasağı oldu, şamandıralı tek iğneli
oltamı denize atıp denizden aynı gün beş tane Jumbo zargana balığı
tuttum, ondan sonra tatlı su avcılığını bırakıp tuzlu suda balık avına
başladım.
Şimdi kar kış soğuk sıcak demeden “Deniz beni çağırdığı” zaman
balık tutmak tutamamak gibi bir kaygım olmadan denize gidiyorum.
Neden böylesi bir giriş yaptım...?
2025 yılına adım attığımız günlerde hava bir hayli soğuk ama
güneşliydi...
“Deniz beni çağırmıştı.” Olta takımlarım arabamın bagajında
hazırdı... Yemlerimi de tedarik ettim ve yola koyuldum. Arabanın
kaloriferi açık ve güneşli olduğu için havanın soğuk olduğunu
unutmuştum. Balık avı için sahile indiğimde soğuk insanın yüzün
yalaza gibi yalıyordu. Tam atalarımızın dediği gibi “Deli olan delinin
evinden dışarı çıkmayacağı” havaydı. Görünürde bir ben bir de az
ileride olta sallayan bir kişi vardı.
Bir saat oltam suda kaldı, vuruş olmadığı gibi ben de üşümüştüm,
avımı sonlandırdım ve arabaya bindim. Merakım beni diğer avcının
yanına yönlendirdi.
Baktım gençten bir delikanlı... Arabası son model 35 plaka...
Hazırlıklı gelmiş, şu içi yünlü üşütmeyen cinsten elbisesi var. Küçük
piknik masasını açmış, yanına da gazlı sobasını yakmış, av yapıyor.
Arabanın camını açtım, “Rastgelesin” temennisi ile giriş yaptıktan
sonra maşallah arabanızda kallavi ama benim dikkatimi 35 plakası
çekti. Yok abi aslında ben buralıyım ama İzmir’de ikamet ediyorum.
Ara sıra da eş dost ziyareti için geldiğimde balık avı bahanesi ile
buraya da kaçıyorum diye muhabbete giriş yaptık.
“Gel beraber av yapalım.” diye davet yaptı. Ama ben hem üşüdüğüm
hem de prensibim olmadığı için üşüdüğümü es geçip “yok delikanlı
ben kendim ile av yapmayı seviyorum.” dedim. Ama ilk etapta ne
demek istediğimi anlamadığı için “abi ne dedin ve ne demek istedin.”
diye sorusunu yineledi.
“Bir şey demek istemedim. Sadece ben kendim ile av yapmayı
seviyorum” deyince bu defa arabanın sol tarafına geçti, ben de
mecburen sağ camı kapatıp sol camı açtım... Kolumu tuttu; “Abi
çayımı içmeden bir yere salmam” diye diklendi.
Bir an dediğimi yanlış mı anladı diye düşündüm, açıklama yapmaya
yeltendim ama genç benden önce davranıp “Abi anlamam gerekirdi...
Bu zemheri soğuğunda aklı başında adam gelip de deniz kıyısında
balık avı yapar mı? diye sordu.
“Genç şimdi demin bana sorduğun gibi ben sana soruyorum.” deyince
de “Bir bardak çayımı içerken hem senin hem de benim ne demek
istediğimi birbirimize açıklarız. Tamam söz, bir daha beraber balık avı
yapalım diye teklif etmeyeceğim.” dedi.
Artık böylesi bir tekliften çay davetini kabul etmemek olmazdı...
İndim, oturdum, çayı yudumlamaya başlamıştık. Genç zehir gibiydi...
Tamam abi ben senin ne demek istediğini çözdüm. Şimdi de yanlış
anlaşılmaya meydan vermemek için ben ne demek istediğimi kısaca
açıklayayım dedi ve “deli demek istemedim, sadece sen de benim gibi
sıra dışı birisin demek istemiştim.”
“Peki sen neden sıra dışısın” diye sordum.
Aldatıldım... Zarara uğradım... İflasa sürüklendim, evim barkım
yuvam elimden gittiği için sustum, onun için sıra dışıyım. Yoldan
çevirdiğimiz on kişiden yedisinden duyabileceğiniz türden toplum
yapımız nedeniyle duyabileceğimiz türden yaşanmışlık şikayetleri idi.
“Susma konuş ben seni dinlerim, dertleşiriz” dedim. “Konuşamam abi
korkarım” dedi. İlk etapta klinik bir vaka mı diye düşünmedim desem
yalan olur.
Genç te bunu anlamış olacak ki... “Abi ben bana yapılanları
affetmedim... Allah’ıma havale ettim. Sustum. Yapılanları benden
daha iyi bilen, benim duymadığımı duyan, görmediğimi gören Yüceler
yücesine havale ettiğim bir hususu dile dolayıp elekçi karıları gibi
ağzıma meze yapmak, her şeye muktedir olduğuna inandığımız
Rabbimizin gücüne gitmez mi?”
Hiçbir şey demeden çayımı bitirip, telefon numaramı bırakıp
kalktım... Arabaya bindim ama bütün düşünce yapım altüst olmuştu.
“Abi ben bana yapılanları affetmedim... Allah’ıma havale ettim.
Sustum.” diyen sıra dışı bir insanı görmek ve bunları duymak için
geldiğim denizden balık olarak nasibim olmamıştı ama çok büyük
ibretlik bir olaya şahit olmuş ve yüzlerce kitap okusam alamayacağım
bir dersi almıştım.
Dilimden gayri ihtiyari Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin
“Harabat ehlini hor görme Zâkir, Defineye malik viraneler var.”
sözleri beynimin içinde çınlıyordu.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Hasan Kaya
Kendi ile Balığa Gitmek: Bir Zamanlar ve Şimdi
Çocukluğumdan beri balık avı yapmayı seviyorum. O zamanlar sanayi
tesisleri kurulmadığı, köylerin kanalizasyonlarının derelere
bağlanmadığı, sulu tarıma geçilmediği ve dereler kurumadığı için
70'li yıllarda kara dikiş ipliğinden misina, toplu iğneden olta iğnesi,
mısır sapından şamandıra, günebakan sapından da olta kamışı yapıp
balık avına giderdik.
O zaman dereler şimdiki gibi kir pas içinde değildi. Elimizde plastik
su şişeleri olmadığı için susadığımızda eğilip derelerden kana kana su
içerdik. Derelerin derin olmayan yerlerinde berraklıktan suyun dibi
ayna gibi görünürdü. Şimdiki akvaryumlar gibi her nevi çeşit
yenilebilir nitelikte o zaman dereler de balık mevcuttu ve yenilebilir
nitelikteydi. Ayrıca çok da lezzetliydi.
Balığa gittiğimde her zaman karnımızı doyuracak, amelimizi
körleyecek kadar balık tutar eve gelirdim. Rahmetli anam onları bir
güzel temizler, odun ateşi üzerinde bakır tavada yağda bir güzel
kızartırdı.
Bu satırları yazarken dahi burnumun direği sızladı. Tertemiz
derelerden tutulmuş lezzetli balıklar, odun ateşi bakır kalaylanmış
tavada ana eliyle pişirilen fırın ekmeği ve balık ile savılan övünler...
Anası vefat edip de ana hasreti çeken, odun ateşinde kalaylanmış bakır
tavada anası tarafından pişmiş balıkları ve anasının yoğurduğu köy
fırınında pişirilmiş ekmeği ömrü hayatında bir kere dahi yemiş olanlar
o günleri ve aşın tadını bilen herkesin burnu sızlar...
Ne zamanki dereler, sanayi atıkları ve kanalizasyon ile kirlendi, derelerde
balık değil hiçbir canlı yaşamamaya başladı. Aynı zamanda çetin
hayat mücadelesi her birimizi etrafımızı göremez hale getirdi. Balık
tutmak yerine balıkçıdan balık almaya başladık, benim balık avı
serüvenim de böylece bitti.
Merakım var mıydı? Vardı tabi ki... 20 yıl önce avlanmak için olta
takımımı düzmüştüm ama zaman bulup üç beş defanın haricinde oltayı
açıp kullanamamıştım.
Emekli olduktan sonra, hele ki biricik kızımı genç yaşta toprağa
verdikten sonra kendim ile balığa gitmeye başlamıştım. Derelerde
balık yoktu ama baraj ve göletlerde balık tutabiliyorduk.
Baraj ve göletlerin de cılkı çıkmıştı. Her taraf İsrail Sazanı istilacı
balıklar ile doluydu. Tat vermiyordu ama yine de tatlı su balıkçılığına
devam ediyordum.
Ne zamanki tatlı suda av yasağı oldu, şamandıralı tek iğneli
oltamı denize atıp denizden aynı gün beş tane Jumbo zargana balığı
tuttum, ondan sonra tatlı su avcılığını bırakıp tuzlu suda balık avına
başladım.
Şimdi kar kış soğuk sıcak demeden “Deniz beni çağırdığı” zaman
balık tutmak tutamamak gibi bir kaygım olmadan denize gidiyorum.
Neden böylesi bir giriş yaptım...?
2025 yılına adım attığımız günlerde hava bir hayli soğuk ama
güneşliydi...
“Deniz beni çağırmıştı.” Olta takımlarım arabamın bagajında
hazırdı... Yemlerimi de tedarik ettim ve yola koyuldum. Arabanın
kaloriferi açık ve güneşli olduğu için havanın soğuk olduğunu
unutmuştum. Balık avı için sahile indiğimde soğuk insanın yüzün
yalaza gibi yalıyordu. Tam atalarımızın dediği gibi “Deli olan delinin
evinden dışarı çıkmayacağı” havaydı. Görünürde bir ben bir de az
ileride olta sallayan bir kişi vardı.
Bir saat oltam suda kaldı, vuruş olmadığı gibi ben de üşümüştüm,
avımı sonlandırdım ve arabaya bindim. Merakım beni diğer avcının
yanına yönlendirdi.
Baktım gençten bir delikanlı... Arabası son model 35 plaka...
Hazırlıklı gelmiş, şu içi yünlü üşütmeyen cinsten elbisesi var. Küçük
piknik masasını açmış, yanına da gazlı sobasını yakmış, av yapıyor.
Arabanın camını açtım, “Rastgelesin” temennisi ile giriş yaptıktan
sonra maşallah arabanızda kallavi ama benim dikkatimi 35 plakası
çekti. Yok abi aslında ben buralıyım ama İzmir’de ikamet ediyorum.
Ara sıra da eş dost ziyareti için geldiğimde balık avı bahanesi ile
buraya da kaçıyorum diye muhabbete giriş yaptık.
“Gel beraber av yapalım.” diye davet yaptı. Ama ben hem üşüdüğüm
hem de prensibim olmadığı için üşüdüğümü es geçip “yok delikanlı
ben kendim ile av yapmayı seviyorum.” dedim. Ama ilk etapta ne
demek istediğimi anlamadığı için “abi ne dedin ve ne demek istedin.”
diye sorusunu yineledi.
“Bir şey demek istemedim. Sadece ben kendim ile av yapmayı
seviyorum” deyince bu defa arabanın sol tarafına geçti, ben de
mecburen sağ camı kapatıp sol camı açtım... Kolumu tuttu; “Abi
çayımı içmeden bir yere salmam” diye diklendi.
Bir an dediğimi yanlış mı anladı diye düşündüm, açıklama yapmaya
yeltendim ama genç benden önce davranıp “Abi anlamam gerekirdi...
Bu zemheri soğuğunda aklı başında adam gelip de deniz kıyısında
balık avı yapar mı? diye sordu.
“Genç şimdi demin bana sorduğun gibi ben sana soruyorum.” deyince
de “Bir bardak çayımı içerken hem senin hem de benim ne demek
istediğimi birbirimize açıklarız. Tamam söz, bir daha beraber balık avı
yapalım diye teklif etmeyeceğim.” dedi.
Artık böylesi bir tekliften çay davetini kabul etmemek olmazdı...
İndim, oturdum, çayı yudumlamaya başlamıştık. Genç zehir gibiydi...
Tamam abi ben senin ne demek istediğini çözdüm. Şimdi de yanlış
anlaşılmaya meydan vermemek için ben ne demek istediğimi kısaca
açıklayayım dedi ve “deli demek istemedim, sadece sen de benim gibi
sıra dışı birisin demek istemiştim.”
“Peki sen neden sıra dışısın” diye sordum.
Aldatıldım... Zarara uğradım... İflasa sürüklendim, evim barkım
yuvam elimden gittiği için sustum, onun için sıra dışıyım. Yoldan
çevirdiğimiz on kişiden yedisinden duyabileceğiniz türden toplum
yapımız nedeniyle duyabileceğimiz türden yaşanmışlık şikayetleri idi.
“Susma konuş ben seni dinlerim, dertleşiriz” dedim. “Konuşamam abi
korkarım” dedi. İlk etapta klinik bir vaka mı diye düşünmedim desem
yalan olur.
Genç te bunu anlamış olacak ki... “Abi ben bana yapılanları
affetmedim... Allah’ıma havale ettim. Sustum. Yapılanları benden
daha iyi bilen, benim duymadığımı duyan, görmediğimi gören Yüceler
yücesine havale ettiğim bir hususu dile dolayıp elekçi karıları gibi
ağzıma meze yapmak, her şeye muktedir olduğuna inandığımız
Rabbimizin gücüne gitmez mi?”
Hiçbir şey demeden çayımı bitirip, telefon numaramı bırakıp
kalktım... Arabaya bindim ama bütün düşünce yapım altüst olmuştu.
“Abi ben bana yapılanları affetmedim... Allah’ıma havale ettim.
Sustum.” diyen sıra dışı bir insanı görmek ve bunları duymak için
geldiğim denizden balık olarak nasibim olmamıştı ama çok büyük
ibretlik bir olaya şahit olmuş ve yüzlerce kitap okusam alamayacağım
bir dersi almıştım.
Dilimden gayri ihtiyari Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin
“Harabat ehlini hor görme Zâkir, Defineye malik viraneler var.”
sözleri beynimin içinde çınlıyordu.