SON DAKİKA
Hava Durumu

Cuma Hutbesi: Hafızanın Mevsimlik Ritmi

Yazının Giriş Tarihi: 27.08.2025 15:00
Yazının Güncellenme Tarihi: 27.08.2025 15:01

Bazı kesimler (her fırsatta kendini çağdaş, aydın; sosyal yönüyle de demokrat
olarak tanımlayan ve söyledikleriyle eylemleri arasındaki uçurum nedeniyle
çoktan güvenirliğini yitirmiş olanlar), son dönemde cuma hutbelerini hedef
alarak kamusal alanda yeni bir tartışma zemini yaratma çabasına giriştiler.
Ama ne söylediklerinin içeriği ne de eleştirilerinin yönü kendi içinde tutarlılık
taşıyor; daha çok, kendi meşruiyetlerini yeniden üretme telaşıyla hareket ediyorlar.
Dillerine doladıkları her kavram, bağlamından koparılmış; vicdanın değil, gündelik
polemiklerin malzemesi hâline gelmiş, karmaşık bir söylem içinde savrulup
duruyor...
Oysa aynı çevreler, yıllar boyunca kamusal alanın dinsel simgelerden arındırılması
gerektiğini savunurken, bugün cami kürsüsünden/minberden İslam’ın emir ve
yasaklarını içeren her kelimeyi kendi ideolojik hesaplarına meze yapmaktan
çekinmiyorlar. Dün “din siyasete alet edilmesin” diyenler, bugün siyaseti dine
alet etmenin daha rafine yollarını arıyor. Hafızanın bu kadar kısa ömürlü olması
mı, yoksa vicdanın mevsimlik çalışması mı? Soru, burada asılı kalıyor.
Toplumun büyük bir kısmı ise bu çelişkilere ya alışmış ya da artık tepki
vermeyecek kadar yorgun. Sessizlik, sadece susmak değil; bazen görmezden
gelmenin, bazen de görüp de konuşmamanın adı. Cuma hutbesi üzerinden
yürütülen bu tartışmalar, aslında çok daha derin bir yaraya dokunuyor: kimliklerin,
inançların ve fikirlerin yalnızca araç hâline getirildiği bir zeminde, samimiyetin sesi
boğuluyor.
Zaten bu ülkede hafıza, çoğu zaman mevsimlik bir refleksle çalışır; ne zaman bir
tartışma büyüse, eski defterler alelacele açılır, sonra yine kapatılır. Cuma hutbeleri
üzerinden yürüyen bu tartışma da geçmişte benzer sahnelerin yaşandığını acı
hatıralarıyla yeniden çağrıştırıyor. Bir zamanlar susturulan seslerin bugün yüksek
perdeden konuşması, kimilerinin ise dün savunduğu ilkeleri bugün görmezden
gelmesi. Hafızanın bu dalgalı ritmi, sadece unutkanlıkla değil, aynı zamanda seçici
bir hatırlamayla da ilgilidir.

Bu seçici hatırlama biçimi, zamanla toplumsal bir kutuplaşma değil, daha derin bir
yabancılaşma yaratıyor. Herkes kendi yankı odasında konuşuyor; sesler çoğalıyor
ama anlam azalıyor. Cuma hutbesi gibi ortak bir zeminde bile artık ortak bir dil
kurulamıyor. Çünkü mesele ne söylenenin içeriği ne de biçimi; mesele, kimin
söylediği ve kimin işine yaradığı. Bu denklemde samimiyet, en kolay feda edilen
değer hâline geliyor.
Birey, bu gürültülü sessizlik içinde ya kendi iç sesini bastırıyor ya da başkalarının
sesine teslim oluyor. Herkesin bir fikri var ama kimsenin fikriyle yüzleşmeye
tahammülü yok. Cuma hutbesi üzerinden yürüyen tartışmalar, bireyin inançla,
aidiyetle ve vicdanla kurduğu bağı da örseliyor. Çünkü artık neyin savunulduğu
değil, neye karşı çıkıldığı konuşuluyor. Bu karşıtlıklar içinde, insanın kendiyle
kurduğu sessiz diyaloğun yankısı giderek siliniyor.
Cuma hutbelerine ve Diyanet’e karşı söylemler geliştiren çevreler, Atatürk’ün her
adımını sorgusuz sualsiz kutsarken, iş kendi ideolojik konforlarına dokunduğunda
tarihsel gerçekleri görmezden gelmekte hiç tereddüt etmiyorlar. 3 Mart 1924’te
Hilafetin kaldırıldığı gün Atatürk tarafından kurulan ve 633 Sayılı Kanun’un 1.
Maddesinde “İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esaslarını yürütmekle
görevlidir.” Diye açıkça tanımlanan Anayasal bir kurum olan Diyanet’in hazırladığı
ve yurtiçi-yurtdışındaki camilerde okunan hutbeler hakkında ne görevleri ne ilgileri
ne de yeterli bilgileri olduğu hâlde; fikirleriyle taban tabana zıt eylemler
sergileyerek bol keseden konuşanlar, tuttukları yerden ahkâm kesmeyi de ihmal
etmiyor.
Atatürk’ün laiklik ilkesi için tehlikeli görmediği ve bizzat kurduğu Diyanet’i, bugün
kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan bazı kişi ve grupların laiklik ilkesine aykırı
bulmaları hem tarihsel hem de vicdani bir garabettir. Bu kişiler, çağdaş ve aydın
taklidi yaparak, sanki bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıymış ve muhafızıymış gibi
hüküm veriyor; görevini yapan bir kurumu hedef gösterip suç duyurusunda
bulunmayı da laiklik adına meşru sayıyorlar. Oysa Atatürk’ün Balıkesir’de bizzat
hutbe irat ettiği, Diyanet’i laiklik ilkesine aykırı görmediği tarihsel bir gerçekken,
yüzyıl sonra onun adına ahkâm kesenlerin kraldan çok kralcı tavırları,
samimiyetten çok bir ideolojik gösteriye benziyor.
Tarihi, kendi ideolojik konforuna göre eğip bükenlerin sesi çok çıkıyor; ama bu
sesin yankısı, vicdanın duvarlarında çarpıp sessizliğe dönüşüyor. Cuma hutbesi
üzerinden yürütülen tartışmalar, artık bir inanç meselesinden çok, kimlik
gösterisine dönüştü. Atatürk’ün laiklik anlayışını kendi çıkarına göre yorumlayanlar,
onun tarihsel duruşunu değil, kendi güncel pozisyonlarını kutsuyor. Ve biz, bu
çarpık aynaların karşısında dururken, neyi savunduğumuzu değil, neye tepki
verdiğimizi konuşmakla yetiniyoruz.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.