Herşeyden evvel, bu bir seçim yazısı değildir. Bir seçim yazısı olmadığı gibi her bir satırı yazılmadan evvel üzerine iki kere düşünülmüş, gerekliliğiyle ilgili uzun bir iç muhasebe sürecinin neticesi olarak kaleme alınmıştır. Normal şartlarda seçime kadar yazmayı düşünmüyordum. Çünkü yazılan her harfin ağır sorumluluklar getirdiği ve eleştirel bakışın da bir o kadar risk içerdiği bir dönemdeyiz. Peki bu şartlarda bu yazı neden yazıldı? Çünkü sorumluluk hissi, vefa duygusu ve samimi bir iç dökme isteği; yukarıda bahsettiğim bütün menfi gerekçelere ağır bastı.
Tomris Uyar'ın çevirdiği ve yetişkinlere de çok şey anlatan Antoine de Saint Exupery'nin Küçük Prens kitabında, kendi hayatının ve belki de varoluşun sırrını arayan Küçük Prens'e bilge bir tilki şöyle der: Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.
Bir parantez açıp belirtelim ki Küçük Prens; bir şaheser olmasına karşın Türkiye'de hep çocuklardan uzak tutuldu. Çünkü içerisinde "Dediği dedik bir Türk lider karşı çıkanları ölüm cezasıyla tehdit ederek halkının Avrupalılar gibi giyinmesini şart koştu" ifadesi geçiyordu ve bu kadar yalın bir gerçeğin bile mayasının halen Türkiye'de tam anlamıyla tutmadığı günlerdeyiz.
Elbette bu yazıyı size Saint Exupery'nin acılarını ya da hayatını anlatmak için yazmadım ve elbette konum kitabın edebi değeri değil fakat mayası gözle görülemeyen bir gerçeği size anlatırken bir yerden başlamak zorundaydım.
İşin bir de Foucault boyutu var. Foucault, "Discipline and Punish: The Birth of Prison"da, sisteme kendisininkiler de dahil getirilen bütün eleştirilerin sistemi daha başarılı yapacağını savunur ve bütün eleştirilerin kulağa hoş geldiğini anlatır. "Sistemin gücünün etkilerine kapılmış toplu bakış mekanizmasının içerisindeyiz ve bu gücü biz yaratıyoruz. Çünkü biz, bu mekanizmanın parçalarıyız" der. Gerçekten de bugün şikayet ettiğimiz küresel sistemin ve Türkiye'deki yapısal problemlerin en faydalı parçaları belki de bu sorunları 'sistemli' bir şekilde eleştirenler ve hiç bir alternatif üretmeksizin mütemadiyen bu eleştirileri tekrarlayanlar. Çünkü kulağa hoş gelen her eleştiri kendi içerisinde bir parça hipnotik etki evreni oluşturuyor, insanı sistemin kendisiyle gerçek bir hesaplaşmadan uzaklaştırıyor.
Bütün bunları ne alakası var değil mi 'Erdoğan'ı savunmak'la?
Aslında çok alakası var fakat görsel iletişim araçlarının, gazetelerin, Twitter kavgalarının ve dahi toplumsal gerginliğin içerisinde gerçeğin mayasını görmemiz her geçen gün daha da zorlaşıyor ve Erdoğan'ı savunduğunu düşündüklerimiz her geçen gün Erdoğan ve benzerlerine karşı kurulmuş sistemin bir parçaları haline geliyor. Hayır burada ne Cumhurbaşkanı'na ne çevresine ne de politik bir taraf olarak AK Parti'nin seçim çalışmalarına müspet bir selam çakmıyorum. Derdim biraz şu: Kaderin bir şekilde reformist duruş için savunulmasını bir zaruret haline getirdiği Erdoğan'ı mütemadiyen ve ısrarla savunması gerekenler nasıl oldu da 'parlamenter sistem'ci oldular? AK Parti içerisindeki bazı isimler bile neden yarım ağız da olsa Erdoğan'ın meydanda olmasından ve sistemin bir anlamda 'içine tükürmesi'nden rahatsızlar?
Erdoğan'ı savunma imtihanı tam olarak burada başlıyor. Gezi sürecinden bu yana AK Parti ile Erdoğan'ı ayrıştırmaya yönelik büyük bir kavga verilirken, Erdoğan'ın sadece Türkiye'de değil dünyada da sisteme dönük 'gemileri yakmış' bir üslupla karşı duruşu büyük bir uluslararası kampanyanın önünü açmışken, New York Times, Birleşmiş Milletleri Erdoğan'ı uyarmaya davet ederken; Erdoğan'ın tavrını demokrasiye yakıştıramayanlar, sürekli gündemde olmasının seçim sürecine müdahale olduğunu söyleyenler tam olarak hangi sistemi ve neden savunuyorlar?
Türkiye'de Cumhurbaşkanı da dahil sistemin siyasal aktörlere biçtiği rolü savunmak AK Partili isimlere mi kaldı? Cumhurbaşkanının parlamenter sisteme zarar verdiği düşüncesi eğer sadece meydanlarda yapılan konuşmalar ve Erdoğan'ın tarafını belli etmesiyse; bu da tümüyle mevcut anayasanın alışıldık yorumlarına dayanıyorsa AK Parti'nin bugüne kadar gerçekleştirdiği dikey değişimlerin nasıl gerçekleştiğini en baştan mı anlatmalıyız?
Eğer AK Parti'nin ve AK Parti'nin temel taşlarının bu sisteme kökten ve dikine itirazları olmasaydı bugün başka bir Türkiye'de yaşıyor olacağımızı görmek bu kadar mı zor? Çünkü bugün Erdoğan'ın meydanlarda bulunmasına itiraz eden bütün taraflar, 27 Nisan darbe girişiminde AK Parti'nin asimetrik tavrının ya Türkiye'yi kaosa sürüklediğini savunuyor ya da AK Parti'nin bir şekilde gitmesinin kendi işlerine geleceği saikiyle susuyorlardı. Eğer bu bakışla hareket edilecektiyse neden sisteme itiraz edildi? Vecdi Gönül tam da sistemin istediği Cumhurbaşkanı olacaktı. Eğer '411 el kaosa kalktı' diyenlerin parlamenter sistem adına getirdikleri eleştiriler bu kutsalsa neden o gün aynı insanların 'demokratik endişe'lerine kulak tıkandı?
Evet, herkesin ağız ucuyla Erdoğan'ın AK Parti'ye artık zarar verdiği iddialarını dillendirdiği bugünlerde, 7 Haziran seçimlerinden bağımsız olarak ben oyumu bir kez daha Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sistemi umursamayan ve asimetrik değişimler için normal üstü tavırlar geliştiren yanına veriyorum. AK Parti'den söz etmiyorum, daha fazlası söylediğim. Eğer Erdoğan'ın bu tavrı olmasaydı, medya tazyikini ve uluslararası büyük (!) korkuları ciddiye almayan siyaseti yürümeseydi; bugün Kılıçdaroğlu'nun varlığından şikayet ettiği Suriyelilerin büyük kısmı Suriye'de bombalamalarla boğuşuyor olacaklardı ya da Akdeniz'in ortasında bir yaşam savaşına tutuşacaklardı.
Son tahlilde, Erdoğan'ın dünyanın beşten büyük olduğunu söyleyen yanını, 'Erdoğan da biraz sisteme rahat versin, her gün televizyonlarda ne işi var?' diye soran ve gerçeğin gözle görünmeyen mayasını bir kere olsun hissedememiş ucuz demokratlara tercih ediyorum.
Çünkü adalet, çoğu zaman demokrasiden daha kutsaldır ve adaleti barındırmayan bir demokrasi ne kadar geliştirilirse geliştirilsin kimseye ne huzur, ne refah ne de mutluluk getirmeyecektir. Etrafnıza iyice bakın 1923'te Türkiye'ye getirilen demokrasinin veya 2003'te Irak'a getirilen demokrasinin kimseyi mutlu ettiğini gördünüz mü?
Sonra bir de dönüp şuna bakın; Erdoğan'ın Peres'e sadece iki kelimeden ibaret ve gramatik açıdan hatalı bir cümle söylemesi dünyada kimi ne kadar sevindirdi? Yahut düşünün, Birleşmiş Milletler'in gözlerinin içine bakarak dünyanın beşten ibaret olmadığını söylemek tarihin yönünü nasıl değiştirdi?