Maçın ilk yarım saatinde, anlamakta ve anlandırmakta zorlandığım tuhaf bir kararla, Trabzonspor ne hücumda ne de savunmada kendi yarı sahasını hiç terketmedi. Cavanda'nın sağ savunma çizgisinden kendi yarı sahasını geçerek, Yusuf'un koşu yollarına attığı toplarda bile, Trabzonspor'dan 6 oyuncu kendi yarı sahasında çakılı duruyordu.
Kimbilir belki bu bir deplasman stratejisi ya da Şota'nın “aman çocuklar her zaman ve her durumda topun arkasına geçin” talimatının gülünç bir algılanışı da olabilir. Ama nedeni ne olursa olsun, bu durum Trabzonspor'un çok gerilerden oyuna başlamasına sebep oluyordu ve sırf bu yüzden boyu oldukça uzayan oyunda rakip kaleye gitmek neredeyse imkansızlaşıyordu.
Göbekten açık vermemek amacıyla dörtlünün önüne yerleştirilen diğer dörtlü blok, takımın hem defansif hem de ofansif geçişlerinde çok büyük bir hantallığa yol açıyordu. Geride, oyunun gerisinde, bu kadar çok adam bulunduran bir takımdan, doğal olarak, ne yaptığını bilen ve belli bir hedefe kilitlenen açılış pasları beklenir ve eğer elinizde Mbia gibi, ayak içlerine hakim, bir oyuncu varsa, o'nun aracılığıyla hiç sıkıntıya düşmeden, topu 1. bölgeden 2. bölgeye taşımanız gerekir.
Ama bütün ilk yarı boyunca defanstan birinci pasları Mehmet Ekici, Erkan Zengin ve Yusuf Erdoğan kendi yarı sahasına gelerek almak zorunda kalıyorsa, bu durum Şota'nın henüz hücum ve defans geçişkenliği için ara-yapı ve örüntüler oluşturamadığı anlamına gelir. Kanatlara taşınan topların, final vuruşu için başka da versiyon ve taktik girişimlere ihtiyaç duyulmaksızın, doğrudan ceza sahasına kesiliyor olması, bu zayıf ve düpedüz doğaçlama davranış, Şota'nın golle sonuçlanacak bir final-pas organizasyonunu henüz yapılandırmadığı gerçeğini apaçık gösterir.
“Topun arkasında kalmak” deyimi Türkiye'de çok popüler olsa bile çağdaş futbol dünyasında lanetlenmiş bir kavram olarak uzun bir zamandır, kovulduğu ve layık olduğu hücresinde son nefesini vermekle meşgul. Ama gelin görün ki bütün dünyada itibar kaybeden böylesi tuhaf kavramlar Türk futbol kamuoyunda baştacı edilir.
Topun kaybedildiği yerde ikili, üçlü sıkıştırmalarla o topu kazanıp daha önce planlanmış kontrataklar geliştirmek mümkünken, sırf topun arkasına geçeceğim diye, altın tepside rakibe geniş oyun alanları bahşetmek de neyin nesi? Böyle bir akıl tutulması nasıl doğru ve değerli bir davranış olur? Futbol oyununun temel amacı bu oyunu oynamak için alan yaratma becerisi ise, topun arkasına geçip bu alanları nasıl yaratacağınız, doğrusu, takdire şayan bir sorudur.
Aslında, itiraf etmeseler bile, topun arkasına geçmenin kara kaplı defterdeki adı “Çanakkale Geçilmez”dir. Anladım, tamam, Çanakkale geçilmez.. hadi diyelim geçit vermediniz, peki ama Çanakkale geçilmez de karşı tarafa nasıl geçeceksiniz? Neyse...
Şota 90 dakikayı tek bir stratejik hat üzerinde düşünmüş ve bu stratejik hat da salt defansif tedbirlerle donatılmış. Eğer Şota kendini Türkiye süper ligi gerçeklerine uyarlamak istiyorsa kendisinin bileceği iş. Belki yönetim kurulunu ve skor bağımlısı kimi taraftarları memnun edebilir. Ama yıllarca bu ülkede ekmeğini kazanan ve bununla yetinmeyip kariyerinin ilk büyük olgunlaşmasını burada şekillendiren Şota'nın iyi ve güzel oyuna yüklüce bir borcu var. Bu borcu ödemek yerine makyevelist , garantici ve günübirlik tedbirlerle sadece günün kurtarmayı düşünüyorsa, özellikle Trabzon'a ve Trabzonspor'a büyük kötülük yapmış olur. Çünkü Trabzon futbol potansiyeli ile Türk futbol algısını ve pratiğini kökten değiştirebilecek, inanılmaz bir futbol üretim merkezidir. Trabzon'un bu dinamiklerine sırtını dönüp, salt defansif stratejilerle, değil Trabzon futbol geleneklerine, Çemişgezek Kayabaşı Karakolu futbol takımına bile katkı yapılamaz.
Sorun Cardozo ya da Marko Marin'in ilk 11'de oynayıp oynamamasından daha çetin, daha büyük ve daha yapısaldır. Bütün mesele Şota'nın gerçekten futbol oynatmayı ne kadar arzulayıp, arzulamadığıyla ilgilidir.