Suriyeli komşumuzu geçen hafta çaya davet etmiştim. Bugün de o beni çağırdı. 4-5 Suriyeli bayan daha oturmuşlar. Tıpkı bizim gibi yer sofrası sermişler. Pastalar, börekler, salatalar... Biraz farklı tabi. Ispanak böreğine nar da koymuşlar. Makarna salatasında mercimek ve kimyon da var. Takmış takıştırmış hanımlar. Talebe gibi takısız ve soluk benizli tek ben... Hiç gocunmadım, aksine ülkemle gurur duydum. Evet bodrum katında oturuyorlar, evet lüks mobilyaları yok ama hepsinin yüzü gülüyor. Evlerinin bombalandığı, yakınlarını kaybettikleri o kara günleri unutmuşlar. Ne mutlu bize ki yalnız sınırlarımızı açmakla kalmamış yeniden insan gibi yaşamaları, özgür hissetmeleri için her imkanı sağlamışız.
Sekiz yaşında saçları kıvır kıvır kız çocuğuna "Me ismüki?" dedim. Annesi, "Rukiye Arapça bilmiyor, hep Türkçe konuşuyor." dedi. Şaşırdım. "Babası yıllardır Türkiye'de, o burda doğdu. Evde Arapça konuşan tek benim." "Neden okulda değil?" diye sordum. "Babası karma eğitim olduğu için istemedi. Dışarıdan bitirecek." dedi. "Ooooo bu ne yobazlık felan" demedim. Her ülkenin geleneği, göreneği farklı. Ama oğlum da sekiz yaşında olduğu için bıyık altından güldüm. "Yanımda gelseydi bizim oğlan, adam yerine koyup oynatmazlar mıydı acaba?" diye.
Yan gelip yatıyorlar sanmayın. Pekçoğumuzun beğenip yapmadığı her işi yapıyorlar. Şunu da sordum. "İlimizdeki tüm Suriyelileri tanıyor musunuz, hepsiyle görüşüyor musunuz? "Bizim adımızı kötüye çıkaracak olan, yanlış kişilerle görüşmemeyi tercih ediyoruz. Onlar hata yaptığında biz de sıkıntı çekiyoruz." Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan gibi faşist uygulamaları ile meşhur tipler geldi aklıma. Belki de hiç oturup kalkmamışlardır göçmenlerle. Hepsinin farklı bir hikayesi var. Dinlemesini bilene...
Sahil bölgelerinde Avrupalı turist gördüğünde iki büklüm nasıl ağırlayacağını bilmeyen, döviz için kaç takla attığını hesap etmeyen beyaz Türklerin konu mülteciler olunca "atalım, satalım, gönderelim" nevinden efelenmeleri beni oldum olası rahatsız eder. Tanju Özcan'ın İyi Parti'yle birlikte Bolu'daki mültecilere yönelik başlattığı ötekileştirme hareketlerinden sonra işinden olan, okulda, sokakta şiddet gören, daha fazla geçim sıkıntısı yaşayan göçmenlerin ahı elbet yerde kalmaz.
....
Ekonomik sorunlar ne inkar etmekle ne de abartarak "öldük, bittik, mahvolduk" demekle çözülecektir. Halka "Siz soğan ekmek yeyin, biz gene alışık olduğumuz konforumuza devam ederiz." der gibi yapılan her lüzumsuz konuşma can sıkıcı, gönül kırıcı olmaya başlar. Tasarruf da iktisat da en tepeden en tabana kadar birlikte olursa inandırıcı olacaktır. Yalnız şu da bir gerçek ki israf hayatın her alanını, toplumun her katmanını kuşatmaya başlamış, en lüzumsuz detaylar bile misal düğünlerde, doğum günlerinde, partilerde, misafir sofralarında olmazsa olmazlar arasına girmiş durumdadır.
"Açız pazardan limon, domates, patates alamıyoruz." diyenlerin büyük bir kısmı fırtınada, hortumda, lodosta bile ayağına hamburger, kebap, pizza istemekten çekinmedi. Kuryeler rüzgarda savrula devrile evlere yemek taşımaya devam ettiler. Siparişi beş dakika geciken aç obezler, canlarını riske atarak ekmek parası için çalışan emekçilere yumruk attılar, küfürler ettiler. Üretmenin demode olduğu, modern tüketimin hakim olduğu toplumlarda ihtiyaçlar yeniden konuşulmalı, tartışılmalı, tanımlanmalıdır...