1990'lardan itibaren Amerika merkezli batılı devletler tarafından İslam ülkelerinde sufizm hareketini canlandırıp Müslümanları cihat ruhundan uzaklaştırmak ve pasifize etme çalışmalarına destek verildi. Bu destekte, üç helikopter dolusu para Pakistan'a, iki helikopter dolusu Afganistan'a, üç helikopter dolusu Irak ve Suriye bölgesine, üç helikopter dolusu para da Türkiye'ye gönderildi. Bu paralar hocalara ve şeyhlere verilmek üzere gönderilmişti. Şeyhler ve hocalar batı taraftarı olması, ahkamsız ve Kur'an'sız, sufizmden ibaret bir İslamiyet'in halka anlatılması, halkın bu yönde yetiştirilmesi istenmişti. Batı devletlerinin Sufizmi canlandırma gayretleri halen devam ediyor.
Sufizm ile Ilımlı İslam projesi, aynı muhtevaya sahip ve eşdeğer projelerdir. Son dönemlerde sufizmin diğer bir versiyonu olan Ilımlı İslam'ın temsilcisi kabul edilen birinin maskesinin düşmesi ile batılı devletler bu sefer de yeni birilerini nazara vererek sufizm hareketini canlandırmak için çalışmaya başladı. Ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın içerisine gizli bir ecnebi el nüfuz etmiş, bir kısım ulemayı yanlarına çekmenin gayreti içine girmiştir. Türkiye'de sufizm maskesi altında yeni bir darbe yapılmak isteniyor. Şu anda darbe teşebbüsleri yüzde yüzdür. Hiç hissettirmeden bu işi sufizm perdesi altında bitirmek istiyorlar. Dedikodudan, yalandan, keşfu-kerametlerden ve bir kısım menkıbelerden ibaret bir İslamiyet'i getirmek istiyorlar. Sufizm ile yalan ve cerbezeyi iyi kullanan bir kısım meşayıh “Ben İsa'yı gördüm. Musa'yı gördüm” gibi yalanlarla sözde kerametleri anlatarak halkı kandırmayı ve hurafelerden ibaret bir dini ihsas etmeyi istiyorlar. Bunlar sufizmi getirmek için bir kısım dışı süslü, içi kof sözlerin arkasına saklanıyorlar. “Biz herkesin ahlaklı ve erdemli olmasını istiyoruz. Biz ahlaklıyız , küresel barış istiyoruz. Yahudi, Hristiyan hatta müşrikleri de hoş göreceğiz; Çünkü biz masivadan vazgeçmişiz. Masivadan vazgeçen ve Lailaheillallah diyen herkes birdir. Eşittir. Hepimiz Allah'ın kuluyuz. Birbirimizi hor görmeyiz” gibi aldatıcı sözler söylerler. Bu inancı yavaş yavaş yerleştirmeye neticede iman ve küfür farkını ortadan kaldırıncaya kadar yerleştirmeye çalışıyorlar. “Her şeyi hoş göreceksin, çünkü her şeyi Allah yaratmış” diyorlar. Böyle bir inanç yerleştiği takdirde Kur'an'ın tüm ahkamı silinir, bir tek hükmü bile kalmaz.
Kur'an'ın ahkamı nedir?
Rabbimiz Kur'an'da efendimiz için, “Sen mutlaka en güzel ahlak üzerinesin” diyor. Bu noktaya çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bediüzzaman Hazretleri 11. Lem'a Sünnet-i Seniyye risalesinde Efendimizin ahlakını; ilmi, ameli ve edebi olarak üçe ayırıyor. İtikadat ilmi, tatbikat ameli, nikah ve gazete-radyo edebi ahlakı ifade ediyor.
Ayette geçen, “Sen büyük bir ahlak üzerinesin” ayetini Sahabe-i Güzin efendilerimiz Hz. Aişe validemizden sorarlar. Hz Aişe annemiz ise “O'nun ahlakı Kur'an'dı” diye cevap verir.
Cihat, namaz, hac, mirasın Kur'an'a göre taksimi, hırsızın elini kesmek, haşre inanmak, zulmü terk etmek, zina edeni evliyse recmetmek bekarsa yüz değnek vurmak, iffetli bir kadına iftira atana had uygulamak, tesettürü şer'i ve kadın-erkeğin ayrı tedrisat görmeleri gibi tüm ahkam hülasa bütün Kur'an peygamberin ahlakıdır. Şu anda ahlak diye söylenen şey ulmanidir; yani mason cemaatinin ahlakıdır. Bu düşüncede olanlar diyorlar ki, “Kim sana ne derse desin bir kulağından girsin diğerinden çıksın, herkesi hoş gör.” “Hoş gör” dedikleri zaman da, “Yanında hoş gör ama arkasından yılan gibi ısır” diyorlar. Yani tam bir münafıklık. Merhameti İlahiyye'den bizi bu sofizm tehlikesinden kurtarmasını dileriz.
Müslümanları pasifleştirmek için adam diyor ki, “Sen sufisin. Din zaten ahlaktır sen sufiliğine bak devletle ne işin var.” Yahudilerin riyasetinde Fransa ve İngiltere, İmamı Gazali zamanında Kudüs-ü
Şerif'e girmişlerdi. Bu menfur olay yüz sene devam etti. İlk olarak İmamı Gazali, Kudüs'ü bu haçlı mezaliminden kurtarmak için harekete geçti. O zamanın halifesi halkı cihada teşvik ediyordu fakat ne yapıyorsa kimse bu davete iştirak etmiyordu. Ehli medrese “Biz ilimle meşgulüz o yüzden cihada gelmeyiz”, ehli tekke olan sufiler ise “Cüneyd-i Bağdadi böyle demiş” “Beyazıd-ı Bestami şöyle demiş” diyorlar masivadan vazgeçtiklerini iddia ediyorlardı. Sufilerden birisi “Enel hak” diyor, öbürü başka şeyler söylüyordu. Diyorlardı ki “Zaten Resul-u Ekrem demiş ki, cihadı asğarden cihadı ekbere dönüyoruz. Biz de büyük cihat olan nefsimizle cihat ediyoruz o yüzden küçük cihad olan silahla mücadeleye gitmiyoruz.” Bu batıl fikirler neseben Yahudi ve Hıristiyan olan fakat Müslümanlar içerisine girip şeyh kisvesi altında görünen şeyhler tarafından onların içerisine sokulmuştur. O günün şartlarında şimdiki gibi askere alma şube başkanlıkları gibi askeri daireler de yoktu. Cihada gitmek isteyen kendi isteğiyle gidip orduya iltihak ederdi. Halifenin cihada davetine rağmen kimsenin cihada katılmaması üzerine İmam-ı Gazali son yedi yılında ecnebiler tarafından Müslümanlar içerisine atılan bu fitneyi söndürmek için mücadele etti. Fakat ne yaptıysa sufilerin bu inadını kırıp onları cihada çıkarmaya muvaffak olamadı. Ne kadar uğraştıysa bir tek sufiye ve bir tek talebeyi uluma cihadın farziyetini kabul ettiremedi.
İmam Gazali, cihadın farziyetinden bahsederken, onlar “Gale Sibeveyhi, gale Beyazıd-ı Bestami, gale Cüneyd-i Bağdadi” dediler. Kur'an ve hadisi okumadılar. Bir başka taraftan bazıları da, “Şafii böyle demiş” “Hanefi şöyle demiş” deyip mezheplerin ihtilaflarının boğuşmalarına daldılar. İmam-ı Gazali'den sonra Cenab-ı Hakk Gavsı Geylani'yi müceddid olarak gönderdi. Gavs-ı Geylani, Seyyid Ahmed el Bedevi, Seyyid Ahmed el Rufai, Seyyid ibrahim el Dusuki gibi zevat-ı âliye İslamlar içerisine atılan bu fitneyi ortadan kaldırmak ve ümmetin yüzünü Kur'an ve Hadise çevirmek için çok uğraştılar. Seyyid Ahmed el Rufai, müridlerine diyordu ki, “Demeyin gale Bestami, gale Cüneyd” Deyin ki; “Galellah, gale Rasulullah. Eğer bunu diyemiyorsanız en azından mezheplerin ihtilaflarının boğuşmalarına dalmadan deyin ki, “Galel Şafii, galel Hanefi.”
Seyyid Ahmed el Rufai, hayatı boyunca bu hakikatleri anlatmaya çalıştı. Fakat sofilere bunu kabul ettiremedi. Gavs-ı Geylani ve bu dört aktabı Erbaa cihada teşvik için ne kadar uğraştılarsa da sufi ve talebe-i ulumdaki bu tahribatı kaldırıp onlarda cihat ruhunu canlandıramadılar. “Galelllah gale Resululllah, gale Şafii, gale Hanefi'yi de öğretemediler. Ekseriyet “Gale Cüneyt, gale Bestami” dedi. Orada takılıp kaldı. Ancak az bir taife bu zatların tebliğini kabul etti.
Bu zatların vefatlarından sonra Harran'da Hayati Harrani zuhur etti. Aynı dönemde Nureddin Mahmut Zengi, Selçukluların Halep komutanıydı ve Türk asıllıydı. Nureddin Zengi, Kudüs'ün haçlıların zulmü altında olmasının verdiği üzüntüyle dönemin Halifesine giderek, bu haçlıları topraklarımızdan nasıl çıkarabileceklerini sordu ve “Ne yaparsam yapayım halkı cihada teşvik edemiyorum, bu sufilerin bizlerin işi masivadan geçmektir biz cihada çıkmayız” dediklerini aktardı.
Halife; kendisine, haçlıları bu topraklardan çıkarabilmemiz için Türk, Kürt ve Araplar olarak birleşip hep beraber küffara karşı savaşmamız gerektiğini söyleyerek, “Tikrit kentine git orada Kürtler var. Kürtler içerisinden kendine bir kumandan tayin et” dedi. Nureddin Zengi kalkıp Tikrit'e gider. Orada Şadi isminde birinin oğlu olan Esed'i yanına alır. Esed, Kürtçe'de şergo yani aslan olarak geçmektedir. Şergo'yu alır yanına getirir. Şergo'nun kabiliyetli olduğunu gören Nureddin onu Mısır'a kumandan olarak verir. Daha sonra Şergo'nun yeğeni, Eyyüb'ün oğlu olan Selahaddin'in daha kabiliyetli olduğunu fark eden Nureddin Zengi, Şergo'yu azledip yerine Selahaddin'i atadı. Bunun akabinde bazı müfsitler, Selahattin ile mürebbisinin arasını bozmak istedi. Fakat ne yaptılarsa da Selahattin mürebbisine karşı terbiyesini bozmadı.
Nureddin Zengi ile Selahaddin, “Biz nasıl yapalım ki bu sufileri cihada teşvik edelim” diye düşünüp Hayati Harrani'nin yanına geldiler. Hayati Harrani, çok müdrik ve müspet bir insandı. Onlara dedi ki,
“Siz bu sufileri sadece cihada davet etmekle onları cihada çıkaramazsınız. Onların hepsini toplayın, onlara maaş bağlayın ve “Her gün ikindiden sonra iki saat silahla mücahede eğitimi vereceksiniz. Aksi taktirde sizin tekke ve medresenizi kapatırız” deyin” dedi. Ehli medrese ve sufiler bu anlaşmayı kabul ettiler. Beş yıl boyunca bu hal devam etti, her gün ikindiden sonra iki saat silahlı eğitim aldılar. Bir gün Nureddin Zengi rüyasında görür ki, Resul-u Ekrem Medine'dedir Nureddin'e iki adamı göstererek der ki, bu iki adamın şeklini iyi belle ve gel, beni bu iki adamdan kurtar. Bu rüya üzerine Nureddin kalkıp Hayati Harrani'nin yanına gelir. Rüyayı ona anlatır. Hayati Harrani kendisine der ki, “Medine'ye git, oradaki tüm halkı topla onlara ziyafet ver, böylelikle o iki adamı bulmaya çalış.” Der. Nureddin, Medine'ye gider, orada halkı toplayıp bir ziyafet verir. O esnada halk arasında dolaşır fakat rüyasında gördüğü o iki adamı bir türlü göremez. Oranın valisinden tüm halkın gelip gelmediğini sorar ve kendisine şehrin dışında bir yerde iki sufinin olduğu, onların münzevi yaşadığı, ibadetle meşgul oldukları, sadece Cuma günleri gelip namaz kılıp geri gittikleri söylenir. Nureddin Zengi o iki sufinin de çağrılmasını emreder. Sözde münzevi yaşayan sufiler geldiği zaman Nureddin bakar ki, Efendimizin rüyada kendisine gösterdiği kişiler bunlardır. Onlara der ki, oturun yemeğinizi yiyin. Yemeği yedikten sonra sufilerin kaldıkları yeri görmek üzere Nureddin, vali ve birkaç askeri yanına alarak o sufilerle beraber gider. Kaldıkları yere gider bakar ki, harabe bir kulübedir. Etrafa bakar fakat, yatak ve seccadeden başka bir şey göremez. Daha sonra yerde bir hasır görür ve onun kaldırılmasını ister hasır kaldırılınca altında bir insanın yürüyebileceği şekilde bir delik görür. İçine girilir bakılır ki, delik tam Efendimizin mübarek mezarının altına kadar gelmiş, bir günlük mesafe kalmış ki, naaşı mübareklerine ulaşabilsinler. Nureddin Zengi emrederek Efendimizin naaşı mübareklerinin olduğu mezarın etrafına kurşun döktürür. Sonra da, o iki sufinin başını kestirir ve Selahaddin'e emreder ki, “Onların başını mızrağın ucunu koyun ve alemi İslam'ı dolaşın, cereyan eden vakıayı anlatıp herkesi cihada teşvik edin.” Bunun üzerine alemi İslam intibaha ve gayrete geldi, cihada iştirak edip haçlıları Alem-i İslam'dan çıkarttılar. Bakın dikkat ettiğimiz zaman Gavs-ı Geylani ve nice aktaplar bu sufizmle başa çıkamadı, çünkü bunlar dış ülkelerin, ecnebilerin içimize soktukları ajanlardır. Bu tarz insanlarla başa çıkmak çok zordur, çünkü akılları başkalarının ceplerinde, kendi akıllarıyla düşünemiyorlar. Hayat-ı Harrani ve Selahaddin Eyyübi vefat ettikten sonra bu sefer başka oyunlar çevirdiler cihat ruhunu yine öldürdüler.
İmam-ı Rabbani diyor ki; “Ahir zamanda Kur'an'ın mesleği tek kalacak. Kedisine Gavs-ı Geylani'nin ‘'Herkesin güneşi batar, bizim güneşimiz ise felek-i uladan kıyamete kadar devam eder.'' sözünün manasının ne olduğunu sorarlar. İmam-ı Rabbani der ki “Eski evliyaların tasarrufu hicri iki bin yılının başına kadar devam eder. Ondan sonra tarikatların revaç bulması mümkün değildir; tarikatlar sadece hurafelerden ibaret kalır. İmam-ı Rabbani Müceddidi elfi Sani, ahir ömründe kelam ilmine başlamış ve Üstad Bediuzzaman Hazretleri'ne işaret edip diyor ki “Bundan yaklaşık yüz sene sonra tasavvuf tamamen hurafelere dönecek, Kur'an'dan bir nur çıkacak. Beşer aynı sahabeler gibi, bu şahıs o şahıs peşinde koşmayacak, sadece Kur'an ve Hadisi mürşit tutacaktır. Allah, ipi ecnebilerin elinde olan bu sufi taifesine meydanı bırakmaz, Kur'an sahibi va'd vermiş ve Gavs-ı Geylani de o va'de dayanarak va'd vermiş; onların bütün şemsleri uful edecek. Kur'an'ın şemsi canlanacak ve aynı sahabe gibi bin sene devam edecek. İnşaallah.