Selda Bağcan geçenlerde Cumhuriyet'e bir açıklama yaptı. Daha yoğun bir Gezi'ye ihtiyaç olduğunu, kendisinin üç kere hapse girdiğini ve artık hapis sırasının gençlere geldiğini söyledi.
Yeni Gezi'nin daha disiplinli ve daha düzgün olması gerektiğini de sözlerine ekledi.
Gezi Olayları olduğu günden bu yana Gezi'yle ilgili tartışılmayan bir şey kalmadı.
Gezi açık bir şekilde darbe hareketiydi. İster post-modern darbe deyin, isterseniz normal darbe.
Gezi'nin darbe olduğunu söyleyip ilk üç gününü savunmaya kalkanlar da dostlar alışverişte görsün misali demokratlık tasladılar.
Oysa darbelerin ilk üç günü, son beş günü olmaz.
Darbe darbedir.
Gezi'yi gün sınıflarına ayırıp bunun üstüne sayfalar dolusu analiz yapanların da bugün sınıfta kaldıkları çok açık bir şekilde belli oluyor.
Aynı şekilde 12 Eylül 1980 Darbesi'ni eleştirenler de o dönemin çok karışık olduğunu, darbeden başka bir seçeneğin kalmadığını ifade etmişlerdi.
Kısacası darbelere kılıf bulmak isterseniz gözün üstünde kaş var deyip türlü türlü kılıf cümleleri kurabilirsiniz.
Selda Bağcan'ın aklı Gezi'de kalmış olabilir, o sadece Gezi'de aklı kalan on binlerden bir tanesi.
Türkiye'nin solcuları aynı Selda Bağcan gibi Gezi'yi demokratik ve sempatik bir halk hareketi olarak yutturmak istediler.
Meydana çıkıp kendisi gibi olmayanı dışlayarak kendi zihniyetlerinin dışında kimsenin söz hakkı olmaması gerektiğini bir ay süren Gezi Olayları boyunca gösterdiler.
Gezi'ye çıkmayanlar Gezi'ye çıkanlar tarafından aşağılandı, hor görüldü ve çeşitli ruhsal/fiziksel şiddete maruz kaldı.
Türkiye'nin solu ortaya çıktığından beri aynı anlayışını Gezi'de de sergiledi.
Kendisinden olmayanı dışladı, kendi zihniyetini bu ülkede yaşayan herkese dayatmak istedi, kendi yaratmış olduğu şiddete meşruiyet aradı ve bu şiddetini meşru gördü.
Kendilerine empati yapılmasını isterlerken kendileri dışında kimseye empati yapmadan bu toplumda yaşayan diğer insanlara ikinci sınıf muamelesi gösterdi.
Bu durum solun tarihselliği ve darbeciliği açısından hiç değişmedi.
1965'ten sonra Türkiye İşçi Partisi'nin ikiye bölünmesinde Milli Demokratik Devrim Düşüncesi etkili olmuştu.
Mihri Belli, Ertuğrul Kürkçü gibiler önce askeri darbenin olması gerektiğini ardından halkın devrimi gerçekleştireceğini savunmuştu.
Mehmet Ali Aybar ekibi ise darbeye karşı çıkarak halk devrimi gerçekleşmesi gerektiğini söyleyerek daha demokratik bir tutum sergilemişti.
Ama Deniz Gezmiş ekollerinde de olduğu gibi sol Kemalist darbelerle ve halka kendi zihniyetini dayatmasıyla araya bir türlü mesafe koyamadı.
Durum Gezi'de de aynıydı, bugün de aynı.
HDP'nin Eş Başkanı Ezilenlerin Sosyalist Partisi'nin Eski Genel Başkanı Figen Yüksekdağ'ın “Sırtımızı YPJ'ye, PYD'ye, YPG'ye dayadık” sözlerinin altında da solun kendi zihniyetini gerçekleştirmek adına şiddete başvurmasında bir meşruiyet arama durumu söz konusu.
Sol bundan hiç vazgeçmedi.
Onun için şimdi 7'den 70'e solcular PKK'nın barışı bozmasına tek bir ses çıkaramıyor, PKK'nın tetiğe basmasını bir cümleyle dahi eleştiremiyorlar.
PKK'nın, DHKP-C'nin kanlı eylemlerine empati arayışlarına son sürat devam ederlerken uykusunda öldürülen polislere, sokakta ensesinden vurulan sakallılara aynı şekilde empati uygulayamıyorlar.
Hatta sorarsanız PKK ve DHKP-C'nin bugüne kadar hiç silah kullanmadığını, bu iki örgütün pembe bir toz bulutundan ibaret olduğunu söylemelerine ramak kaldı.
Zaten yaşanan bu eylemleri de ne PKK'nın ne de DHKP-C'nin gerçekleştirdiğini düşünüyorlar, bu ülkede ne kanlı eylem yapıldıysa devletin ya da Demirtaş'ın yeni safsatası olan Erdoğan'ın gizli örgütünün yaptığını düşünüyorlar.
Şiddetle aralarına mesafe koyamadıkları için ve şiddetlerine meşruiyet aradıkları için de sandıkta %0.1'i geçemiyorlar, geçemedikleri için de halkı “cahil” olarak lanse ediyorlar ve sandıkta hiçbir zaman başarı kazanamayacaklarını bildikleri için sokaktaki darbe hareketlerini demokratik protesto olarak reklam ediyorlar.
Bir de çıkıp utanmadan eline silah almamış insanları “savaşçı” olarak niteleyip elleri silahtan başka bir şey görmemiş olanlara tek söz etmeyip kendilerini “barış güvercini” olarak niteliyorlar.
Onun için Selda Bağcan'ın söylemiş olduğu sözler kendisinin gibi görünse de onun gibi düşünen ve ondan daha korkuncunu düşünen on binler bu ülkede yok değil.
Senaryo hep aynı.
12 Eylül 1980 Darbesi'nde sokağa çıkan gençlere “hadi koçum” diyerek daktilolarından gaz veren İlhan Selçuk'ların yerini bugün bilgisayar klavyelerinden “No Pasaran!” diye yazı yazanlar aldı.
Onlar için gençlerin bu ülkeye düşünceleriyle katkı sağlaması değil, hapse girmeleri ya da sokakta ölmeleri daha kutsal bir durum.
Zaten onlar için mesele de hiçbir zaman barışın tesis edilmesi olmadı, siz hala anlamadınız mı?