Sevgili Sinem Sal'ın da yazdığı gibi “son altı ayda çok şey oldu” benim anlatacaklarım is son on bir aylık dönemde oldu.
Ve evet. Cidden çok şey oldu.
“Teşekkür” mailleri ile geçen yıpratıcı bir süreç, çeşitli motivasyon yöntemleri, kahve çeşitleri, kitaplar, filmler, diziler ve de olaylar olaylar…
Her şer bir eylül gecesi başladı efenim;
Kitap taslağı bitti, dosya hazırlandı ve çeşitli yayınevlerine mailler yollanmaya başlandı. (İsimlerini tabii ki burada vermeyeceğim. Etik değil.)
Veee o gün, o büyük gün, her gün, saat başı kontrol ettiğim mail kutuma o ilk yanıt düştü. “İlginiz için teşekkürler”
Tam da şuraya bir Bergen şarkısı ne giderdi ama değil mi? “sen affetsen ben affetmem” mesela… her ne kadar şu satırları Pinhani dinleyerek yazıyor olsamda içimde fırtınalar kopuyor efenim.
Adama sanki yayınlarınız harika, bayılıyorum, yazmışım gibi, bana“ilginiz için teşekkürler” falan yazıyor.
Dosya yolladım sayın editör size, ben teşekkür ederim asıl ilginize.
İnsanı yapmak istediği işten soğutan bu süreçte yayında ve yapımda emeği geçen herkese selam olsun. Güzel insanlara da… o topa girmeyeceğim, vazgeçtim.
Derken günler, haftaları, haftalar ayları, “teşekkür” e-postaları da birbirini kovaladı ve o beklenen e-posta geldi.
O anki mutluluğum, başarmışlık hissim ve heyecanım üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen hala kalbimde ve hala o hisle yazıyorum.
Tabii ki çığlıklar, danslar ve “işte oldu” telefonları….
Ardından gelen prosedürler,isim verme süreci, kapak tasarım süreci ve baskıyı bekleme…
Ben tüm bu heyecanımla aylarımı geçirirken dünyada bambaşka bir heyecanın içindeydi efenim. “corona o la la” yazının bu kısmına da “batsın bu dünya” çok iyi giderdi ama değil mi?
Evet kitabım da ben gibi biraz badireler atlatıp öyle “mehaba” dedi dünyaya ve siz değerli okurlara.
Mayıs ayının 13. Gününde, bana ise 19'unda….
Size bir sır vereyim mi sayın okur, hayallerinizi elinizde tutabilmek, müthiş bir duygu. Ne yazarsam yazayım o duyguyu tam olarak anlatamam asla.
Umarım, bir gün herkes yaşar. (herkes yerine, herkez yazanlar da dahil.)
Yalnız şunu da eklemden geçemeyeceğim, şu bilinçaltı sanırım müthiş bir detay bebişim,
Sayın Freud, sana az buçuk, cinsiyetçi tavrın nedeniyle sinir olsam da ve ortaya attığın birçok görüş bilimsel açıdan günümüzde geçersiz sayılsa da, bu müthiş detayı bizlerle buluşturmuş olman oldukça güzel tabii.
Gelelim öz benliğimdeki bilinçaltı farkındalığıma, aydınlanma yaşadığım o ana; bir dizi izledim hayatım değişti, derler ya, heh işte tam da öyle bir durum.
Ah Sıdıka, vah Sıdıka, canım Sıdıka…
90'lı yılların sonlarında yayınlanan ve bir karikatür serisinden uyarlanan bu dizi, bir de 2000'lerde ben mini mini bir kız çocuğuyken tekrarlarıyla hayatıma girmişti, gündüz yayınıyla.
Ve 20'li yaşlarımda, şimdiki bilinç düzeyimle bu diziyi tekrar izlediğimde ise şunu fark ettim;
Ben Sıdıka'dan çok şey öğrenmiş, çokça da etkilenmişim, hayatıma giren tüm kadınlar kadar ondan da birçokparça almışım…
Bir de şunu fark ettim ki, 20 yılı aşkın süre geçmiş fakat yaşadığımız sorunlar değişmemiş.
Yalnızca sorunlara bakışaçımız ve bu sorunları yansıttığımız alanlar değişmiş.
Fakat dizinin, toplumsal cinsiyet eşitliği, kavramına yaklaşımı, sosyolojik tespitlerin esprili bir dil ile sunuluşu, “aman suya sabuna bulaşmadan” gönderme yapalım mantığından uzak, ama kafa göz de yarmadan yapılan, yerinde ve kararında göndermeler, sansürü yalnızca şiddet ögeleri için kullanmak ve daha birçok nitelik. Ne yazık ki günümüz dizilerinin hiçbirinde yok.
Bu dizinin jeneriği bile bir enfes dostum.
Ama benim favorim, evdeki ağabey tiplememiz üzerinden yapılan, Türkiye'deki erkek modelinin “esprili” eleştirisi.
Bakın, çekim ve oyunculuklara girmiyorum bile…
Hele ki süre, yalnızca 25 dakika, en uzun bölüm ise 29 dakika.
Uzun uzun bakışmalar, entrikalar, seyircinin aklıyla dalga geçen senaryolar yok.
Ama dolu bir içerik var.
Ben henüz 15. bölümdeyim ve oturup bu güzel diziyi izlemeye devam edeceğim.
Ara ara bu dizi şimdi çekiliyor ve yayınlanıyor olsaydı diye düşünüyoru, olamaz da olsa işte…
Sıdıka'nın eminim ki, İstanbul Sözleşmesi ile ilgili de söyleyecek pek çok sözü olurdu. Haklı olarak.
Kafamdaki dağınık düşünceleri toplayacak olursam; ya da toplamıyorum, bırakıyorum dağınık kalsın, ben saçlarımı toplayacağım… Pardon, o başka konunun sloganıydı.
Nasıl da birbiriyle harmanlandı her şey ama.
Bu sayede yalnız kalmamış olacağım, çünkü bu satırları okuyan herkesin kafası da en az benimki kadar karışmış olacak ve ben de tek başıma bu karışıklığın üstesinden gelmek yerine sizi de, kendi karışıklığıma davet etmiş olacağım.
Ya da öyle bir şey işte; ilginize teşekkür de etmek isterdim ama bu aralar bu cümleden fazlasıyla uzak kalmak istiyorum.
Zira, kendisi bana, en ağır hakaretten daha ağır geliyor.
Şey gibi bir kalıp“sen daha iyilerine layıksın” ya da “ben seni üzerim”
En “cool” undan afili bir aforizma patlatıp gamlı gamlı uzaklara dalıp giderken, bir fincan kahve, bir de fonda 2013 sonrası türeyip çoğalan uzun isimli alternatif gruplardan birinin şarkısını koyduk mu… mis gibi bir gamlı, yalnız oldunuz işte.
-Haydaaa, yine konu bütünlüğünden saptık-
Şimdi yapmanız gereken, bir içecek seçip ona güzellemeler yazarak…. Aaa bir dakika ya,ben en iyisi kendim bir takma isim bulup şu formüle uygun bir şeyler karaladıktan sonra şu editörlerle tekrar iletişime geçeyim.
Belki o zaman ben ilgilerine teşekkür ederim.
Ya da, öyle bir şey işte…
Buradan güzel insanlara selam olsun…