Başbakan Erdoğan’ın iddialı bir siyaset üretme tarzı var. Elindeki araçları etkili bir şekilde kullanıyor.
Siyasetin alanını istediği zaman daraltıyor, istediği zaman açıyor. Tasma elinde, kayışı bazen gevşetiyor, bazen sıkıyor. Önüne bir kriz geldiği zaman, beklenenden farklı bir yol izliyor. Açlık grevleri, Başbakan’ın kucağına bırakılmış bir krizdi. Anadilde savunma hakkını Meclis’e sevk ederek ipi gevşetti. Ama krizi çözmedi. Tam tersine tırmandırdı. “Öcalan’a ev hapsi” talebini kesin bir dille reddetmenin ötesine geçti, Türkiye’yi idam gündemine kilitledi.
Krizi çözmek yerine tırmandırmak, çözümü karşı tarafın sorumluluğuna bırakmak demektir. Başbakan’ın hesabı matematiksel olarak doğru. Açlık grevi krizi BDP-PKK siyasetinin ürettiği sun’i bir kriz. Pasif direniş yöntemi ile kurgulanan bu kriz, insan hayatının kutsallığı üzerinden devleti yönetenleri ahlakî bir açmazla karşı karşıya bırakmak amacı güdüyor. Bülent Arınç’ın ağzından devlet “lütfen son verin” diyerek bu ahlakî tavrı gösterdi; hatta grevin üç gerekçesinden birini, yani anadilde savunma hakkını karşılamak için harekete de geçti. Sonra? Sonra, açlık grevinin diğer gerekçesi olan Öcalan’ın serbest bırakılmasını değil, idamını tartışmaya başladık. Peki matematiksel olarak doğru olan bu hesap tutar mı? Siyaset matematik hesaplarla değil, pek hesaba kitaba gelmeyen duygularla yapılıyor. Başbakan da bunu biliyor.
Türkiye’de siyasî gelişmeleri tayin eden, gündem belirleyen ve siyasetin sınırlarını çizen sadece iki aktör var. Birincisi Başbakan Erdoğan; ikincisi de PKK. Dikkat ederseniz konuştuğumuz her konu, çözmeye çalıştığımız her sorun bu iki aktör arasında geçiyor. Siyasetin diğer aktörleri; yani kişiler, partiler ve kurumlar bu iki aktörden rol çalamıyor; mevzuya dahil olamıyor. Bahçeli, partisindeki “fitne ateşi”ni söndürmekle meşgul. Kılıçdaroğlu, siyasetin en yavan biçimini, demagojinin en yapay şeklini “Binlerce ana kuzusu şehit olurken sen çocuklarını nasıl seviyorsun?” sorusuyla yapıyor. Siyasetin meşru alanında bir iktidar ve muhalefet dengesi yok. Siyasî rekabet Parlamento’dan çıkan hükümet ile bir illegal örgüt arasında geçiyor.
Peki bu iki aktörün, yani Erdoğan ile PKK arasında geçen rekabetin konusu ne? Dar bir alana sıkışan ve Türkiye’yi kilitleyen, hatta diğer aktörleri de devre dışı bırakan bu rekabet ne için yapılıyor?
Kürt kamuoyunu etkilemek ve Kürtleri ikna etmek için. Sağa sola savrulan gündemleri, zıvanadan çıkmış gibi görünen sorunları yerli yerine oturtup aralarında bir sebep-sonuç ilişkisi kurabilmek için bu hedefi iki taraf için de merkeze yerleştirmemiz lâzım.
Başbakan, PKK ile müzakere yürütülerek sorunun çözüleceğine inanmıyor. PKK’nın müzakereleri bir sonuca ulaşmak için değil, sadece kendi stratejisinin taktik aracı olarak kullandığını düşünüyor. Silvan saldırısı ve Oslo sürecinin baltalanması gibi deliller dışında, muhtemelen onu bu düşünceye sevk eden istihbarat analizleri de elinin altında bulunuyor. Bu yüzden Kürtleri ikna ederek PKK’yı enterne etmeye çalışıyor. Vurguluyorum: Kürtlerin gönlünü kazanmak değil, “ikna etmek”. Kürtçeyle ilgili düzenlemeler başta olmak üzere Kürt sorununu çözmek için atılan adımlar yanında güvenlikçi politikalar gibi idam tartışması da bu ikna çabalarının bir uzantısı. PKK ise aynı şekilde Kürtleri ikna edebilmek için “devrimci halk savaşı” ile hem şiddeti tırmandırıyor hem de açlık grevleri ile ahlakî meşruiyet arıyor. PKK sadece iki aracı birlikte kullanmanın işe yaramayacağını göremiyor.
İdam cezasının geri geldiği yok. İdam pazarlığı “başkanlık sistemi” gibi başka bir siyasî hasıla elde etmek de mümkün değil. Sadece daracık bir alanda üretilen siyaseti izliyoruz.