Bu coğrafyaya özgü derin kültür, bir arada yaşamanın sayısız yolunu bulurken, kavga etmenin kurallarını da belirlemiştir.
Aslolan barış halidir. Barış içinde bir arada yaşamak herkesin hayrınadır. Çünkü savaşmak hem maliyetli, hem de acılıdır. Sorunlar bilindik yollarla çözülemeyince, zora başvurmak kaçınılmaz hale gelince, bu sefer kavganın kuralları devreye girer. Neden? Tekrar barışabilmek, aslolan barış haline geri dönebilmek için.
Şövalyelik, Avrupalıların Haçlı Seferleri esnasında Müslümanlardan öğrendikleri savaş kurallarına, daha doğrusu cengaverlik hasletlerine dayanır. “Aman” dileyip teslim olanı bağışlamak, çocuğa ve kadına dokunmamak, rakibi aşağılamamak gibi kurallar tarafların daha sonra birbirinin yüzüne bakabilmesini mümkün kılmak içindir. Bir Viking kabilesinin adından türeyen Vandalizm ve Doğu’dan gelen Moğol vahşeti bu coğrafyanın tanımadığı türden olduğu için korkudan önce şaşkınlıkla karşılanmıştır. Kudüs’ün önce Hz. Ömer, sonra Selahaddin Eyyubi tarafından ele geçirilişini, arada Fransız galibin yaptığı katliamı; 1071’de Alparslan’ın Romen Diyojen’e muamelesini hatırlayın.
Evet, bu topraklarda bireysel husumetin bile bir âdâbı vardır. Kan davası uğruna eline silah alan kişi töreye uyar; hasmını sırtından vurmaz. Taziye evinde iki düşman karşılaştığında sessizce oturmak zorundadır. Daha nice kural, vakit geldiğinde barışacak tarafların düşmanlık ederken birbirinden nefret etmemesini sağlar. Size çok uzak birine bile, acılı gününde taziyede bulunmak aynı zamanda bireysel ilişkinize ve toplumun barışına katkıda bulunmak adına değerli bir fırsatı kullanmaktır.
İşte bu yüzden Hüseyin Aygün’ün, Paris maktullerinden Sakine Cansız’ın ailesine taziyede bulunmasının mesele yapılmasını mesele yapmak gerekir. Aygün “insanî kişiliğimle gittim” demek zorunda kalıyor. Siyasî kişiliği ile gitse ne olur? Gidenin siyasî kişiliğine ne kaybettirir? Bir siyasî eyleme veya toplantıya katılmıyor; ölü evine taziyeye gidiyor. Üstelik temsil kabiliyeti olan, yani birçok seveni olan birinin hatırasına taziyede bulunuyor. Gitmek için birçok sebep sıralanabilir; peki bu ziyareti eleştirmenin gerekçeleri neler? Rakip değil, düşman olsa ölen saygıyı hak etmiyor mu? Bu saygının ölüye bir faydası yok diyelim; ya geride kalanlara?
Devletimiz dağda öldürülen PKK’lıların cenazelerine belediyelerin tahsis ettiği ambulansları soruştururken, terör bugünkü toplumsal tabanına ulaştı. Dağda ölenlerin, birilerinin yüreğine düşmüş acı olarak yaşamaya devam ettiğini anlayabilmek için bir şeylerin gözümüzü kör etmesi lâzımdı. Bugün çözmeye çalıştığımız sorun bu körlükle büyümedi mi?
Aygün’ün taziyesi değil, bu taziyenin eleştirilmesi mesele. Tablo bu topraklara özgü irfanın, hasletlerin ürünü değil. Köklü bir tecrübeye sahip devlet geleneğimizin eseri de değil. Bu kuralsızlığın genelleşmesi, siyaset kurumu tarafından da yayılmıyor. Modern hayatın karmaşasında savrulan bireylerin kör duygularını tatmin ettikleri bir anomi durumu bu. Kapıcısına, komşusuna, amirine, meslektaşına, trafik keşmekeşine ve yolunda gitmeyen her şeye duyulan öfke bu tarafta en vahşi ve ilkel haliyle PKK’lıya nefrete dönüşüyor. Siyasetin değil, psikolojinin alanındayız; akl-ı selim bu duyguların peşine takılmak yerine teşhirini ve tedavisini öneriyor.
Barışı inşa etmek istiyorsak bu psikolojiyi, bir yabani hayvan sürüsünü sürüp çıkarır gibi bu ülkenin sınırları dışına atmamız lâzım. Bireyin çetrefil dünyasındaki komplekslere siyasî değer atfedemeyiz; üzerine de bir ülkenin geleceğini inşa edemeyiz. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil; ama saygı aklın ve sağduyunun gereğidir. Kavganın adabına uymalı ve hiç olmazsa ölülere saygı duymalıyız.