Siyasetin kişisel kısmı, buzdağının zirvesindeki küçük sivri tepe noktasından ibarettir. Demokrasilerde liderler, mühim siyasî şahsiyetler, temsil kabiliyetlerine göre ağırlık kazanırlar.
Tepedeki zirvenin hemen altında dev gibi bir ülke, orada yaşayan bir toplum, ülkenin sorunları ve umutları var. Koskoca çarklar derinlerde dönüyor. Bu çarkları döndüren siyasî kadrolar ve örgütler yine halkla uyum içinde çalışmak zorundalar. Siyaseti o zirve noktasındaki kişilerden ibaret sanmak ve bütün meseleyi kişisel rekabete indirgemek, olan biten birçok şeyi gözden kaçırmak demek. Peki siyasetçi meseleyi kişisel bir kavgaya dökerse? Bu sorunun tecrübeyle kanıtlanmış kesin bir cevabı var: Kaybeder. Siyaseti kişisel bir rekabet olarak sürdüren siyasetçinin, girdiği kavgayı kazanma ihtimali mevcut değil. Çünkü siyasetin kişiselleşmesi, aynı zamanda halktan kopması demek.
“Bu yüzden Gül mü, Erdoğan mı?” sorusu doğru bir soru değil. Hele ülkenin geleceğini, bu soruya verilecek cevaba bağlamak bütünüyle yanlış. Ama yine de bir cevap aranıyorsa, siyasetin tabiatına ve ülkenin siyasî geleneklerine uygun olanı: “Her ikisi de” olmalı. Bu cevap, her iki politikacının bugüne kadar çizdiği profile ve toplumun beklentilerine daha uygun.
Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın ilişkisini, Tanzimat döneminin meşhur sadrazamları Âlî ve Fuad Paşalara benzetmek mümkün. Birbirlerine altışar kez halef-selef olan bu politikacılar hayatlarının sonuna kadar uyumlu bir dostluk içinde olmuşlardır. Bu uyumu oluşturan ise iki politikacının taban tabana zıt karakterleridir. Âlî Paşa soğuk, mesafeli, otoriter ve katı bir prensip adamı; Fuad Paşa ise sıcak, nüktedan ve olabildiğince esnek bir muhabbet adamıdır. Tanzimat dönemi, gerçek gücün sarayda değil Bâb-ı Âlî’de olduğu ve bürokrasiye geçtiği bir dönemdir. Bu gücü elde tutan ise Mustafa Reşid Paşa’dan başlayarak bürokrasinin saraya karşı kendi içinde uyumlu ve istikrarlı tutumudur. Devlet bir sürü belayı, Tanzimat ricâlinin kendi arasındaki uyum ile aşmıştır. Başarı, Mustafa Reşid Paşa’nın neredeyse tek başına açtığı yolun ve Âlî ve Fuad Paşalar arasındaki uyumun eseridir. Sadece bu iki adam arasındaki uyum, 1848’den itibaren yirmi yılı aşkın süre boyunca, devlet içindeki iktidarın bu ikilinin elinde kalmasıyla sonuçlanmıştır. Cumhuriyet’e intikal eden bir yığın yenilik bu ikilinin eseridir.
Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun faaliyetleri demokrasimizin kökleşmesine ve yerleşmesine çok ciddi katkılar sağlıyor. Bir zamanların kilit isimleri bilmediklerimizi anlatıyorlar, samimi özeleştirilerde bulunuyorlar. Aydın Doğan’ın 28 Şubat dönemindeki siyaset ile bugün arasında yaptığı mukayese gibi. Zamanın başbakanını pijama ile karşılayan gazete patronu, bugün uyumlu bir iktidar olduğunu söylüyor. Kişisel rekabetlerden çıkar devşirmek, entrikalar çevirip siyasî süreçlere etki etmek bugün artık mümkün değil. Yılmaz Esmer’in Değerler Araştırması, muhafazakârlık eğiliminin azaldığını, ama muhafazakârlar içinde eğitim düzeyinin yükseldiğini gösteriyor. Türkiye bir elit değişimine sahne oldu. Bugün Türkiye muhafazakâr elitler tarafından yönetiliyor. İktidar bu elitleri temsil ediyor. Birçok şeyi eleştirebilirsiniz; ancak güç dengelerinden etkilenmeyen, kararlı, hükmünü icra eden ve uyumlu bir devlet iktidarına sahibiz. Erdoğan’ın gücü, bu kararlılığı temsil etmesinden ve uyumu sağlamasından geliyor. Risk alma, cesaret ve sebat bugüne kadar sağlanan istikrarın ve itibarın sebebi. Artık yüksek düzeyli uzlaşmaya, bu ülkede herkesin güven içinde kendine yer bulacağı bir devlet düzeni içinde mutabakatı genişletmeye ihtiyacımız var. Dünün liderliği ile bugününki farklılaşıyor. Liderlik, aynı zamanda yeni şartlara intibak etme yeteneği demek.
Kişisel düzeyde bir rekabet, tarafları zamanın dışına savurur. Türkiye’nin kavgaya ve entrikaya değil uyuma ve uzlaşmaya ihtiyacı var. Bu yüzden zirvede bir kavga beklentisi, entrikalardan medet umanlar dışında kimsenin zihnini meşgul etmemeli.