Geçen hafta İzmit polisi, Protestan kilisesine yönelik bir saldırı planını ortaya çıkarttı. Olay, Malatya Zirve Yayınevi katliamı veya Rahip Santoro cinayeti gibi komplo dolu dosyaları yerleştirdiğiniz klasöre girecek türden.
Misyonerlik faaliyetlerine veya gayrimüslim din adamlarına yönelik saldırılar basit olaylar değil. Bu saldırılar toplumdaki sade dindarlığı kriminal bir canavar olarak takdim etmek için tezgâhlanıyor. Kime karşı? Batı kamuoyuna karşı. Böylece bu sade dindarlığı muhafazakâr bir siyasî kimliğe dönüştürüp iktidarı teslim alan AK Parti hükümeti El Kaide türü kan ve şiddet dolu bir örgüt olarak tescil edilecek ve Batı desteği ile devrilecek. İktidar, çaresiz halk destekli bu türden keskinliğe göz açtırmayan darbecilerin demir pençelerine teslim edilecek.
Bu senaryo, Ergenekon soruşturmasının, Zirve davasının ve Balyoz kararının bize aktardığı darbe tezgâhlarının değişmeyen kurgusu. Devlet iktidarını darbe marifetiyle ele geçirmeye niyetlenenler hep aynı kurguya müracaat etmişler. Darbecilerin ufku bildiğimiz Yeşilçam filmlerinin klasik, fakir oğlan (halk) ile zengin kızın (refah ve demokrasi) kavuşmasına engel olan kötü adamların entrika dünyası ile sınırlı. Fakir oğlan, kızın babasını öldürmekle veya parasına göz koymakla suçlanacak, sonra zavallı genç kız kötü adamla evlenmek mecburiyetinde kalacak. Fakir oğlan ne yapsın: Dürüstlüğünü mü ispatlasın, sevdiği kızı kaybettiğine mi yansın?
“Darbeye Karşı 70 Milyon Adım” koalisyonunun pazar günü Taksim’de gerçekleştirdiği eylem, kötü adamın masumiyetine inanmaya başladığımız anda bize entrikaları hatırlattı. 2007’de başlayan ve 2009’dan itibaren artık topluma mal olan bir darbelerle hesaplaşma sürecinden geçtik. Ergenekon, Balyoz ve nihayet 28 Şubat davası bu sürecin sağlam hukukî ayağını oluşturdu. Ortaya çıkan bilgi ve belgelerden ne vartalar atlattığımızı dehşet içinde anladık. Darbe işlerinin nasıl tezgâhlandığını dudaklarımız uçuklayarak öğrendik. Şimdi ise birileri unutkanlığımıza güvenip darbecilerin masumiyetini kanıtlamaya çalışıyor. Kim bunlar?
Uzun süre Türkiye’de artık darbe olmayacağını, darbeler döneminin kapandığını savundum. Yürütülen aklama kampanyasının sistemli gücü, bu tezi gözden geçirmeme yol açıyor. 2007 tarihinde Ümraniye bombaları ile birlikte Ergenekon uç verince darbeciler savunma pozisyonuna geçip, tezgâhlarını askıya aldılar. Örgüt diri, güçlü ve etkili bir şekilde bütün enerjisini savcıların iddialarını ve tezlerini boşa çıkarmaya odakladı. Mızrak çuvala sığmadı. Şimdi bu mızrağın kendilerine ait olmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar. İzmit’te, Protestan kilisesine yönelik saldırı gerçekleşmiş olsaydı, aklama kampanyasını yürütenler bize ne diyecekti? Tahmin edin. “Demek ki Silivri’dekilerin marifeti değilmiş” sözünü, “tıpkı öncekiler gibi” diye temellendirdiklerini düşünün. Hurşit Tolon, Zirve davasından tutuklanırken benzer bir olay gerçekleşse içeridekiler aklanmış olmayacak mıydı?
Darbecilerin iktidarı ele geçirmek ve gerekli tezgâhları düzenlemek dışında dünyaları yok. “Söz konusu darbe ise ülke menfaatlerinin tamamı teferruattır” düsturunca, Türk-Kürt, Alevî-Sünni çatışması çıkarmak, ekonomiyi ve siyasî istikrarı baltalamak, ülkenin güvenliğini tehlikeye atmak darbeciler için rutin faaliyetlerden sayılıyor. Darbecileri aklamak için bir yandan sağa sola yazı yazdıklarını, bir yandan da yeni cinayetler tezgâhladıklarını düşünmek için çok fazla sebebimiz var. Önerimi tekrarlıyorum: Özel Harp Dairesi’nden başlayarak ordunun merkezî birimlerini teker teker lağvedelim. Darbecilere karşı halkın güvenliğinden ve ülkenin selametinden başka türlü emin olamayız.