Uzun süredir Nurdan Gürbilek denemeleri okuyorum. Klasik düzeyinde edebi eserlerimizi tarihselci bir bakış açısıyla psikolojik, sosyolojik açıdan bir deneme tadında tahlil eden bir yazar. Şu sıralar “Mağdur'un Dili”ni okuyorum. Önsözden sonraki kısmı okurken Dostoyevski ve Gogol'dan başlayarak, hayatta bir böcek kadar değeri sahip olmamış, görülmemiş, adeta bir şölen yeri olan şu dünyada şölene davet edilmemiş, bugünkü basit manada “silik” kahramanlar üzerinden “mağdurun dili”ni çözümler. Onların bir tarafta bu şölenden kovulmuş, dışlanmış halleriyle her yerde onları izleyen bir göz tasavvuruyla o gözlerden kaybolma arzularını dile getirir. Hem de sessiz sedasız ama insanı yer yer derinden vuran o cümleleriyle. Bir de Gogol ve Dostoyevski'de bu göze görünmemenin, bu gözden gizlenmenin imgesi palto üzerinde durur Gürbilek. Zira kahramanlarımızda bu hallerine isyan ile bu hallerden mütevellit kaçış arasında bir duygu gel-gidi vardır. Tam da işin bu kısımları bende tersten bir alımlamaya neden oldu.
Roman karakterleri üzerinden çizdiği bu şema karakterlerin bu görülmemezlik hallerinin kaynağını sorgulama arzusu oluştu bende. Ve şöyle bir yere vardım. Acaba bu karakterlerin görülmemesi, sadece fakirlikleri, istimara uğramışlıkları, keybetmişlikleri, öksüzlükleri, yetimlikleri, sakatlıkları, şaşılıkları ya da çirkinlikleri midir? Yani söz konusu olan sadece görülmemek mi yoksa görülmek istenmemek mi? Zira onlardaki bir isyan etrafında ortaya çıksa da güçlü bir potansiyelin sinyalini verir Gürbilek. İşte bu potansiyel ki Musa'yı Firavun'un sarayında büyütür. Ve bu potansiyel ki kendilerini izleyen gözün ezeli korkusudur. Bu dışlanmışlığı doğuran da bu korkudur. Mevzu görmek değil de sanki görmek istememektir. Kaybedeceği ya da sunduğu imtiyazlar adına, ortaya çıkacak yalanlar adına, başında patlayacak iftiralar adına, üzerine üflenen düğümler adına, yıkılmaya hazır yıkılası yuvalarının çatırtılarını duymaktansa sağır olma adına, görmezlikten gelmelidir, gözlerine vura vura gelmekte olanı… Şölene düğüne, toya, cenazeye, eğlenceye, törene, işe, üniversite kürsülerine, gazete köşelerine, sokmama adına görmüyormuş gibi yaparak izlemek ötekini… Bu arzuyu Viktor Hugo meşhur romanı “Notre Dame'nin Kamburu”ndaki soylu (!) prensese söyletir. Çirkinleri ve “Budalaları” kast ederek: “Onlara nasıl bakabiliyorlar?” bu bakmasa da onların inkâr edilemez varlıklarının korkutucu gücüdür. Ebu Cehil'i korkutan, Nemrut'u öfkeden lerzeye getiren, her şeye ve bu imtiyazlı gulyabanilere rağmen var olmanın kâbusudur bu? İşte kudretli göz o yüzden izler bakamasa da bu inkâr edilemez ontolojik gerçeği… O yüzden görmemek adına rüyasındaki yalanlara sığınarak avuturlar bu, ideal, duygu, zekâ, okuma, his ve ruh katili aynı zamanda yoksulu hallerini, ama engizisyonlarında ama algı oyunlarda tüketmeye çalışırlar bu görülmek istenmeyeleri…
Yani sorun mağduriyetin hali değil, korkulan saklı kudretin bir gün hortlayıp karşılarına dikilmesi meselesidir. Abdurrahim Karakoç'un tabiriyle:
“ Hayalin gerçekten en bariz farkı Uzağa atarsın yakına düşer…” işte bir gün insan yerine konulmayanların kapı, sınır tanımaz hayallerinin gelip yanlarına ya da karşılarına oturmasından korkmanın resmidir “Mağdur”un hali, sonradan görme muktedir karşısında…
Aşık Mahzuni Şerif'in dediği gibi:
“Kendi kitabıma girdim saklandım Kelime kelime buldular beni…”
Kelime kelime var olanların korkusunu büyütür bu göz…