Bugün artık iyice kabak tadı veren koalisyon görüşmelerinden bahsetmeyeceğim. PKK'nın barajlar yapıldığı için ateşkesi bozma gibi dünyanın en saçma savaş çıkarma sebebi kategorisinde açık ara birinciliği kapacak olan bu tuhaf bahaneyi de yazmayacağım. Hem her ne kadar “eski bayramlar yok ya” popüler kültür söylemlerine girmesek de bayram öncesi bu tarz konulardan bahsetmenin anlamı yok. Bugün bayramda kapınıza gelen çocuklara uzattığınız o lezzetli şekerler tadında bir kitaptan bahsedeceğim: Kurusırt'ın Ardı
Ekim 2014'de Orient Yayınları'ndan çıkan bu kitabın yazarı Harun Kaban. Harun benim de mensubu olduğum Liberal Düşünce Topluluğu'nda çeşitli görevler yürütüyor ve aynı zamanda topluluğun yönetim kurulu üyesi. Bununla birlikte Liberal Düşünce Dergisi'nin de Yazı İşleri Müdürü ve Gerçek Hayat Dergisi Yazarı. Kendisiyle iki seneye yakın bir zamandır tanışıyoruz ama kendisi Ankara'da bulunduğu için pek fazla görüşemesek de aramızdaki samimi arkadaşlık iki seneden çok daha ötede.
Kitap Sivas'ta geçiyor. Adından da anlaşılacağı gibi Kurusırt'ın ardındaki Kangal ilçesi anlatılıyor kitapta ve tabi ki Harun'un çocukluğunun geçtiği bu küçük ve sevimli ilçedeki tatlı anılar. Kitabın geçtiği şehir bana da çok uzak değil. Annemin Sivas'ta doğması sebebiyle ve bu yaşıma kadar Sivas'a hiç gitmemiş olmam münasebetiyle kitaba ayrı bir yakınlık hissettim ve ondan dolayı da böyle bir yazı kaleme almak istedim.
Sivas'a hiç gitmedim. Anneannem ile dedem aslında Bulgaristan'dan göçtükten sonra Sivas'a yerleşiyorlar. Annem burada doğuyor, gençlik çağlarına gelene kadar da burada yaşıyor. Ardından daha sonra göç annemi İzmir'e sürüklüyor, ardından İstanbul macerası ve tekrar İzmir. Kısacası Sivas'ta da aileden kimsenin kaldığını pek söyleyemem. Bana gelince ise İstanbul'da doğmuş, İzmir'de büyümüş ve an itibariyle de İstanbul'da hayatıma devam ediyorum. Sivas'a hiç gitmemiş olsam da köklerimde Sivas var. Belki o nedenledir kitapta ilk kendimi bulduğum bölüm de “gidemediğin yer senin değildir” bölümü oldu. Evet belki köklerimde Sivas olsa da bugüne kadar hiç gitmediğim ve sadece anlatılanlardan bildiğim kadarıyla Sivas'ın benim olduğunu söyleyemem. O açıdan büyüdüğüm İzmir daha çok benimdir aslında.
Kitapta kendinizi bulmak için aslında Sivas'ta doğmuş ya da orada yaşamış olmanızın bir önemi yok. Harun'un kitap boyunca Sivas'ın Kangal ilçesinden kurduğu diyalog ve anlatımlarla beraber yaşamış olduğu anılar aslında nerde doğmuş/yaşamış olursanız olun hayatınızdan bir kesit sunuyor size. Her ne kadar hayatın tesadüflerinden biri olan farklı yerlerde dünyaya gözümüzü açmamız yaşadığımız farklı coğrafyalarda aynı hissi ve aynı anıları tecrübe etmemize engel değil. Kitabın en güçlü yönlerinden birinin bu olduğunu söyleyebilirim.
Kitabı okurken fark ettiğim ve gerçekten bazı sayfalarında okumayı bırakıp düşündüğüm ise Harun'un Sivas'ta benim de İzmir'de mekanlar dışında çok da farklı olmayan hayat hikayeleri. Sadece benim değil, hepimizin aslında. Mahalle arasında oynadığımız maçlar, doğduğunuz/büyüdüğünüz şehirden ayrılırken hissettiğiniz duyguların bir ortak noktada kesişmesi, yaşadığımız toprakların içimize işlemiş olduğu kültür kitapta bulabileceğiniz tamamlanmamış ve hala bir tarafı eksik kalmış duygularınızın sadece birkaçı. Bazen eskiyi düşünürken iç geçirişlerinizin birçok sebebini bulabiliyorsunuz kitapta.
‘“Farketmek” insanı zorluyor' diyor Harun. Yaşadığınız yerleri terk etmek ve bunu fark etmek... Belki de her insan hayatta anılarını, hayallerini, hissettiği duygularını en az bir kere terk etmiştir. İşte tam da bunu anlatıyor Harun… Doğduğu, büyüdüğü şehirden/ilçeden yola çıkarak yaşadığı seneleri terk etmenin zorluğunu, o yaşadığı senelerde yapamadıklarını ve tüm bunları fark ederken de yeni bir maceranın hem heyecanını hem de ürkekliğini. Kurusırt denilen o tepenin ardındaki dünyayı terk etmeden ziyade insanın benliğinin oluştuğu o eşsiz yerleri terk etmenin acısı ve farklı topraklarda da olsa terk etmenin neleri ardında bıraktığı, özellikle de yeni duyguların yaşanacağı başka diyarlarda eski yaşanmışlıklara ihanet etmenin korkusu…
Bir kere gelinen şu hayat macerasında bugüne kadar pek de üzerinde durmadığımız o “sıradan” insanların öyküsünü de birebir konuşmalarla paylaşmış Harun. Hayatın içinde belgeli kariyerlere sattığımız ve bizi bir aktör haline çeviren bu hayat macerasının doğallığı aslında macera çemberinin dışına çıktığımızdaki o sıradanlığımız değil mi? Oysa herkesin kendini farklı olarak lanse ettiği ve paçalarımızdan buram buram akan egomuzun altındaki tek gerçek hepimizin sıradan oluşu ve duygu temalarımız farklı olsa da yaşadığımız o duygu hissi değil mi? Tam da bunu anlatıyor Harun… Muhlis Güngör'le, Terzi Yahya ve Kenan Usta'yla, favorim Sobacı Abidin Muhit'le. Ve belki de hayatta hiç umursamadığımız ama yaşadığımız yerleri anılarımız haline getiren bu insanların en yalın hayat hikayelerini görebiliyorsunuz. Hayatta çok kısa karşılaştığınız ve sadece işinizin hallolması için diyalog kurduğunuz bu “sıradan” insanların bu coğrafyayı bir arada tutan duygularının bir kere geldiğimiz şu hayatta kariyer bataklığının çok çok ilerisinde olduğunu.
Harun'un kitap boyunca kullandığı yalın dil, başımızı çevirip geçtiğimiz ve hatta o umursamadığımız şeyleri fark etmemizi sağlayan samimi üslubu, sizi alıp hayatta küçük de olsa hayallerinizin gerçekleştiği o küçük ve samimi yerlere götürmesi kitabı bir solukta bitirmenizi sağlıyor. Belki de bu noktada “sıradan” bir okuyucu olarak dedesinden kendisine kalan o mirası teşekkür mahiyetinde söylemem yeterli olacaktır: “Ellerin yeşil olsun”
Hayat koşuşturmasından dolayı bayramda dahi gidemediği doğup büyüdüğü o yerin hasretini çekenlere bu yazı armağan olsun. Ve unutmadan hayat çok kısa ve sadece bir şansınız var. O nedenle hayaller kurduğunuz, doğup/büyüdüğünüz şehri hiç unutmayın. Belki o şehir o zaman sizin olur.
Bayramınız mübarek olsun.