Filistin Devleti, Akdeniz'in güneydoğu ucunda, Asya ile Afrika arasında körü konumunda bulunan üç büyük din için önemli merkezleri bulunan tarihi bir bölgenin adıdır.
Filistin adını, milattan önce on ikinci yüzyılda Kavimler göçü sırasında gemiler ile buraya gelen Filistler'den aldığı bilinir. Tarih öncesi yılarda bile dünya üzerindeki güçlü kavimler tarafından birçok defa istila ve fetihlere maruz kaldığı bilinmektedir.
Filistin toprakları üzerindeki istila ve fetihlerin başta gelen iki önemli sebebi, bölgenin Arap coğrafyası içinde sahip bulunduğu zengin ve stratejik tabiatla üç büyük ilâhî dinin gerek doğuş gerekse gelişmesinde oynadığı önemli rol ve içinde barındırdığı kutsal yerler şeklinde özetlenebilir. Filistin adıyla anılan toprakların, bu özelliklerine bağlanan istilâlar ve çeşitli kavimlerin buraya hâkim olmak için verdikleri mücadeleler dolayısıyla siyasî sınırlarını açıklıkla çizmek kolay değildir. Bununla birlikte bölgenin coğrafî sınırları konusunda görüş birliği olduğunu söylemek ve bu sınırları bir uzmanın ifadesiyle şu şekilde belirginleştirmek mümkündür: “Filistin denen topraklar esas itibariyle, Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria nehri arasında kalan topraklardır.
İslamiyet tarihinde miraç dolayısıyla çok önemli bir yeri bulunan Filistin ve Kudüs şehrinde Müslümanlığın yayılması için başlatılan çalışmaların zamanı Asr-ı Saadet'e kadar uzanmaktadır. Filistin topraklarında yaşayan topluluklara Hz. Muhammed (sav) tarafından İslamiyet'e davet mektupları gönderilmiş ama sonuç alınamayınca 630 yılında Tebük seferi düzenlenmiş bundan da sonuç alınamamıştır. Hz. Ebubekir halife seçildikten sonra Filistin'in fethi için harekete geçilmiş 634 yılında Gazze şehri ele geçirilmiştir. Daha sonraki aylarda Bizans imparatorluğunun bölgeye gönderdiği kuvvetler ile yapılan savaş sonrası İslam ordusu kesin bir zafer kazanarak Filistin ve Suriye topraklarının kapıları Müslümanlara sonuna kadar açıldı.
Filistin, Yavuz Sultan Selim zamanında Mercidâbık Muharebesi'nden (1516) sonra Osmanlı idaresine girdi; Kanûnî Sultan Süleyman da çevresiyle birlikte bölgenin fethini tamamladı. Bu arada mukaddes yerleri korumak için Kudüs'te Müslümanların “Harem” veya “Eski Şehir” olarak adlandırdıkları 868 dönümlük kısmın etrafındaki duvarlar yeniden inşa ettirildi; Hz. Dâvûd'un türbesiyle Kubbetü's-sahre'nin duvarları ve kapısı yenilenerek süslemelerle zenginleştirildi. Bölgede gözle görülür izler bırakan Osmanlı imparatorluğu, bazen idarî değişikliklere de yol açabilecek birtakım iç ve dış bâdireler atlatmalarına rağmen I. Dünya Savaşı'nın bitimine kadar Filistin ve çevresini ellerinde tuttular.
1887'de Kudüs merkeze bağlı bir mutasarrıflık haline getirildi; bir yıl sonra da Beyrut vilâyeti oluşturulunca Nablus ve Akkâ bu vilâyetin sınırları içine alındı. Böylece Filistin iki bölüme ayrılmış oldu. Filistin'in kuzeyi Beyrut valiliğince idare edilirken kutsal toprakların güney kısmı Kudüs mutasarrıflığının idaresine bırakıldı.
Osmanlı imparatorluğu döneminde Filistin'in demografik yapısında yine önceden olduğu gibi Müslüman Arapların en büyük oranı teşkil ettiği ve bu durumun daima böyle kaldığı belirlenmektedir. Meselâ 1880'de nüfusun % 87'sinin, 1890'da % 85'inin, 1914'te % 83'ünün (O yıllarda göçle gelen ve vatandaşlığa kaydedilmeyen Yahudiler hesaba katıldığında dahi % 77'si) Müslüman olduğu görülmektedir.
II. Dünya Savaşı'nın ortaya çıkardığı yeni durum, Filistin'deki Yahudi-Arap çatışmasını ve Yahudi terörünü daha da şiddetlendirdi. İngiltere 1946'dan itibaren Filistin'de sıkıyönetim uygulamaya başladı. Bu şekilde de karışıklıkları durduramayınca konuyu Birleşmiş Milletlere götürdü. Genel kurulun oluşturduğu özel bir komite, gereken araştırmaları yaptıktan sonra 1947'de bir ekonomik birlik altında bölgenin iki halka taksimini tavsiye eden bir sonuç raporu hazırladı. Raporun arkasından çeşitli itirazlara rağmen genel kurul 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı 181 sayılı kararla Filistin'in taksimini kabul etti. Karara göre Filistin toprakları Kudüs hariç yedi bölgeye ayrılacak ve bunlardan üçü Yahudilere, üçü de Araplara verilecekti. Yedinci bölgeyi oluşturan Yafa sahil kesimindeki Yahudi bölgesi içinde ayrı bir parça olarak Araplarda kalacak, Kudüs ve çevresi ise milletlerarası bir statüye kavuşturulacaktı. Bu plan uygulandığı takdirde büyük kısmı verimli arazi olmak üzere Filistin topraklarının % 56,47'si Yahudilerin eline geçiyordu; halbuki göçlere rağmen Araplar hâlâ büyük çoğunluğu oluşturuyorlardı. 1946 sayımına göre Filistin'in toplam nüfusu 1.942.349 idi ve bunun 1.175.196'sını Müslümanlar, 602.586'sını Yahudiler, 148.910'unu Hıristiyanlar, 15.657'sini de diğer unsurlar meydana getiriyordu. Bu durumda Yahudiler nüfusun % 31'ini teşkil ettikleri halde ülke topraklarının yarıdan fazlasına sahip oluyorlardı.
Filistin topraklarında yaşayan Yahudilere önemli avantajlar sağlayan ve Filistin topraklarının büyük kısmını ele geçirmelerine resmen izin veren bu adaletsiz planı Araplar kabul etmeyerek zorunlu müdahale faaliyetlerini arttırdılar. İngilizler tarafları uzlaştıracak yeni bir formül arayışına girmedikleri gibi manda yönetiminin 15 Mayıs 1948'de sona ereceğini açıkladılar. Taksim kararını benimseyen Yahudiler ise derhal kendilerine ayrılan bölgeleri işgale başladılar. Buralarda yaşayan Arapları ya öldürdüler ya da tedhiş yoluyla göçe zorladılar. Nihayet İngiliz manda idaresinin sona ereceği 14-15 Mayıs gece yarısından birkaç saat önce Tel Aviv'de İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilân ettiler. Bu olaylardan haberdar olan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Truman hemen, Sovyetler Birliği'de ertesi gün İsrail devletini tanıdıklarını açıkladılar.
İsrail Devleti'nin kurulmasından birkaç saat sonra Arap Birliği İsrail'e savaş açtı ve Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçerek başlangıçta önemli ilerlemeler kaydettiler; ancak Batılı güçlerin İsrail'i desteklemeleri üzerine savaş aleyhlerine gelişti.
1948 Yılından beri süre gelen süreçte İsrail yönetimi azgın bir siyaset ve pervasızca askeri müdahaleler ile 1967 yılında işgal ettiği ve Filistin toprakları olan Doğu Kudüs ve Batı Şeria'da yasa dışı Yahudi yerleşim bölgeleri inşa etmektedir. Arkasına aldığı ABD ve Avrupa ülkeleri sayesinde Filistin topraklarında yaşayan Müslümanlara terörizm yaşatıyor ve acımasız bir insanlık zulmü yapmaktadır.
Yıllar içerisinde 1993 tarihinde Washington'da ve 1994 yılında'da Kahire'de taraflar arasında bazı anlaşmalar yapılsa da İsrail devleti bu ulusal atlaşmalara dahi uymamış ve sürekli Filistin halkına aslı astarı olmayan sebepler ile müdahale etmiştir. Bu müdahaleler sonucu on binlerce Filistin'de yaşayan Müslüman öldürüldü.
Günümüze kadar uzanan bu süreçte Filistin topraklarının büyük bölümü işgal edildi, sistematik katliamlarla binlerce Filistinli öldürüldü, bir milyona yakın kişi vatanından sürüldü, 675 köy yok edildi ve bazı kentler Yahudileştirildi.
Nekbe'den bu yana tüm dünyanı gözleri önünde zorbalıkla işgali genişleten İsrail, şu an 27 bin kilometrekarelik tarihi Filistin topraklarının yüzde 85'ine el koymuş durumda. Filistinliler ise bu alanın sadece yüzde 15'ini kullanabiliyor.
Birleşmiş Milletler ve Arap Birliğinden yardım uman Filistin devleti haklı olduğu bir davada gerekli olan yardım ve desteği alamamaktadır. Bunun sonucu maalesef 73 yıldır tüm dünyanın gözleri önünde İsrail devleti tarafından zulüm, katliam ve ölüm görmektedir.
Geçtiğimiz Ramazan ayı içerisinde, İsrail'in işgal altındaki Doğu Kudüs'ün Eski Şehir bölgesinde yer alan Şam Kapısı'ndaki oturma alanlarını barikatlarla kapatması, Şeyh Cerrah Mahallesi'nde bazı Filistinli aileleri zorla evlerinden çıkarma planı ve İsrail polisinin ramazan ayında Mescid-i Aksa'da cemaate saldırması bölgede yaşanan gerilimin fitilini ateşlemişti.
Gazze'ye yönelik İsrail saldırılarının başladığı 10 Mayıs'tan bu yana Batı Şeria ile Doğu Kudüs'ün yanı sıra İsrail vatandaşı Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı kentlerdeki gerginlik daha da arttı. Gazze Şeridi'ne düzenlenen saldırılarda 63'ü çocuk, 36'sı kadın olmak üzere 217 kişi yaşamını yitirdi, 1400 kişi yaralandı. Ayrıca haksız ve zulüm içerisinde Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te 800'den fazla Filistinli gözaltına alındı.
Dünya devletleri ve Müslümanlar olarak artık yeter demenin zamanı çoktan geçmiştir bile artık her ölümle sonuçlanan zulümler sonrası yapılan kınama konuşmalarına kanmamalıyız.
Dünya üzerinde yaşayan İslam nüfusu 2 milyar sayısına ulaşmıştır. Dünya nüfusunun %25'ini oluşturan Müslümanlar olarak yıllardır kanayan yaramız olan Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksayı zulümden kurtarmak için bir an önce ele avuca gelen önemli adımlar atılmalıdır.
Yıllardır devam eden ve giderek artan bu zulüm karşısında başta Müslüman ülkeler olmak üzere, tüm dünya devletleri artık kınama veya insani yardım paketleri gönderme aşamalarını arka plana bırakmalıdır. Bir an önce harekete geçerek, başta Türkiye olmak üzere yakın ülkeler ile işbirliği içerinde üç büyük ilahi dinin önem verdiği Kudüs'ün ve Mescid-i Aksa'nın korunması, kalıcı barışın sağlanması, yeniden inşası adına askeri barış kuvveti görevlendirilmelidir.
Şevket GÖLÜK