Türkiye ikinci bir Selahattin vakası ile karşı karşıyadır. Batı “akıl”ına, tarzına, doymazlığına ve hem izansız hem vicdansız mağrurluğuna karşı Mezopotamya önlerinde (Ortadoğu değil) tek “yeter” deme şansına/imkânına aday olan Erdoğan liderliğindeki Türkiye bir İkinci Selahattin denemesine muhatap olmuş durumdadır.
Vakıa; Öcalan'dan intikama kilitlenmiş Demirtaş palazlandırmasının acemiliklerini rötuş etme özeniyle girişilen İmamoğlu vakasıdır
Şüphesiz bu deneme, birinci Selahattin'in yıkıntıları üzerinden tırmandırıldığı için daha pervasız ve dolayısıyla daha kritik bir sıçrama tahtasına bindirilmiştir.
***
İki “akran” arasında bir benzerlik var: Polemikçilik. Birincisi heyecanlıydı; “sokak” polemikleri onun ünlenmesinde –ve bir yere kadar tutturulmasında– kayda değer bir rezerv olarak değerlendirilmiş; dönemin anti-Erdoğan medyasında saz çaldırılınca “Biz sadece saz çalarız” deme “şaka”sı ettirilmiş; Erdoğan nefretinde Truva Atı edilerek “Seni başkan yaptırmayacağız” finaline getirtilmişti. İkincisi; Binali beyin “İstanbul seçimleri mundar olmuştur” demesine “Kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş” derken aynı projeye aday olmakta yine heyecanlıdır. Sosyal Medya denen “Asosyalleştirme Meydanı”nda beklediği ilgi-alakayı alınca iyice köpürmekte de beis görmemektedir.
Ancak siyasi tarih müktesebatı, polemikçiliğin sabun köpüğü gibi olduğunu söyler. Eller ovuşturulduğunda köpürür, eller durunca sönüverir.
Liderlik –ve karizma– tuğla-tuğla örülür. Suni rüzgarlarla, konjonktürel buluşmalarla, gizli kamera operasyonlarıyla lider doğurtulmaz. Karizma'nın sosyoloji literatüründeki anahtar kelimesi istikrarlı başarıdır. Bu da küçümsenemez nicelikteki kitlelerin kolay vazgeçmez bağlılıklarının odağında “gözü kara” bir sosyolojik dinamiğe tekabül eder.
Şunu diyenler de haklıdır: Proje ile mühendislik ile lider inşa edilmez. Boya ile Cila ile lider portresi çizilmez. Öksürükle gelen hapşırıkla gider...
***
Doğrudur. Öksürükle gelen, en fazla bilemedin, benzer bir “öksürük” ile gider. Ama “kazın ayağı” bundan ibaret değildir.
Son 15-20 yıllık Erdoğan liderlikli Türkiye'nin gelişim seyrindeki “pratik” gündemimizde “beka” ile ifade edilen hayatî tehlike öksürük-hapşırık liderlikleri değildir: Tehlike, Erdoğan liderliğinin –ve malum iç-dış güçlerin onunla aynı gez-göz-arpacığa oturttukları Öcalan'ın– “kendim ettim kendim buldum” hatalarıdır. Sonucu da bu üretir.
Tarihsel liderler de insandır: yanılırlar, yanıltılırlar, doldurulurlar. Hatta kimi durumlarda “Şeyh uçmaz mürit uçurur” misali uçurulurlar. Bakın mesela, şimdilerde hemen herkesin ifadesinden imtina ettiği Çözüm Süreci'nin hemen başlarında, birinci Selahattin'in ısındırmasıyla Öcalan nereye varabildi. (İnanılır gibi değil ama, ilgilenenler İmralı Notları'ında diyalogun bütününü okuyabilirler [Mezopotamya Yay., 2015, s.39]):
- Demirtaş: Başkanım, arkadaşlar BDP'nin sizinle yürüttüğü çalışmaya ve görüşmelere değer veriyorlar. Ancak gerillanın ikna edilmesi için doğrudan temas olması gerekliliğinden ısrarla söz ediyorlar...
- Öcalan: ... Sadece Kandil ile değil, gazeteciler vb. kimselerle de temasım olmalıdır.
- Demirtaş: Net olarak anlaşılın diye soruyorum. Temas derken bu kişilerin adayı ziyaret etmesini mi, yoksa başka bir mekanizmayı mı kastediyorsunuz?
- Öcalan: ...Ama bu yaz Ada'da bazı mekân değişiklikleri olabilir. Daha geniş bir mekâna geçebilirim. Gelen misafirlerimle toplantı yapabileceğim daha geniş bir yer olabilir. Belki de inşaatına başlanmıştır burada, bilmiyorum. O zaman Kandil'dekiler de bu yaz buraya gidip gelebilirler belki. Hatta en son silah bırakma gibi şeyler bir kongreyle olur, benim bizzat kongreye katılmam gerekebilir... (18 Mart 2013)
Yanlış okumadınız: Devletin helikopter ile kendisini Kandil'e, oradakileri de Ada'ya getireceğine inandırılmıştır. (Daha başka nelere inandırılmış olduğunun çetelesine ulaşamıyoruz, ancak bu “manzara” ile gerçeğe oldukça yakın tahminler yürütmek mümkündür.) Oysa o ziyaretlerin sürdüğü aylar-yıllarda bizim şahsen, Süreç ile birinci dereceden alakalı devlet/hükümet yetkilileriyle yaptığımız 40'a yakın görüşmede (bunların 6'sı Notlar'da M.D. diye geçen –ve bu günlerde yeniden “özel temsilci” edilen– dönemin Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı ile yapıldı) “Siz bu ziyaretçilerle ciğeri kediye teslim ediyorsunuz” dememiz beyhude olmuştu.
Çünkü bu Parti, Kandil örgütlenmesinin “uzantısı” veya “kolu”, veyahut “güdümündeki” bir parti değildir. Bu örgütlenmenin uzvudur, askeri bir örgütlenmedir. Askeri hiyerarşideki istihkam birliklerinin de elinde silah yoktur, kazma-kürek benzeri iş araçları vardır, ama askeri “bütün”ün bir uzvudurlar. Meclis'teki E.Kürkçü, A.Şık, E.Katırcıoğlu, Ö.F. Gergerlioğlu gibi göletlerinin kıyılarına düşmüş sol-sağ isimler işin medya sosudurlar. Dolayısıyla; bir çok çevrenin yaygınca “Kandil ile aralarına mesafe koyamıyorlar” söylemi abesle iştigaldir. Ana rahmindeki bebeğin göbek bağı kesildiğinde bebek ölür, fark edilmezse anneyi de öldürür. Ana rahminden çıktıktan sonra ise (ki buna “dünyaya gelme” deniyor), göbek bağı kesilmezse bebek doğmuş olmaz.
***
Bölgemizin kaynakları/zenginlikleri üzerinde adeta köpeksiz köyde değneksiz gezme ferahlığıyla oynamaya devam etmek isteyen malum emperyalist odakların, bu işe “artık dur” demeye aday yegâne liderlik –ve sosyolojik dinamik– olan Erdoğan figürünü tökezletmek istediği aşikârdır. Tökezletebilirse ardından, 80 yıllık kimlik inkârı zulmünün henüz kabuk bağlamamış manevi yarasının canlı tuttuğu Kürt dinamiğini seferber etmesi üzerinden, bir ibreti-alem tasfiyesi ile sonuçlandırmak istediği anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda “tasfiye” kuşkusuz, asıl sonuçlarını Türkiye ve halkı üzerinde bir yüzyıl kadar toparlayamayacağı helaklaştırma ile üretecektir.
Malum Batı'nın mağrur güçlerinin Erdoğan'a yönelik bu denli bir “intikam” hesapları, onun Müslümanlığından veya dindar tutuculuğundan değil, İslamiyetin evrensel (ırkçımilliyetçi olmayan) boyutlu felsefî köklerini siyasette derleyip önce halklaştırmasından sonra devletleştirmesindendir. Bu felsefi membadan beslenerek “One minute” ve “Dünya beşten büyüktür” hamleleriyle Türkiye'yi, bu emperyal ağaların binlerce kilometreden buralarda at oynatmaya devam etmesine “Stop artık!” diyebilecek bir-ve-tek aday gücü etmesindendir...
Üstüne; bu gücüne güvenerek 20 yıl (1993-2013) boyunca “bu işi aramızda çözelim” figanıyla muhatap arayan/bekleyen Öcalan'ı Türkiye siyasetinin başlarına çekecek dozda muhatab edince, bu Batı “otoriter” ve “diktatör” Erdoğan'a bölgemizde “benzerlerinden sakının” dedirtecek bir ders vermeye kilitlenmiş oldu. Çünkü Kandil örgütünün eskiden “uluslararası komplo başı” dediği Amerika, Öcalan'ı “ateş topu” Türkiye'yi de “odunluk” hesaplayarak Kenya'dan İmralı'ya atıvermişti... Şimdilerde ise bu “komplo-başı” Amerika'yı Türkiye ile kendileri arasında “üçüncü göz” (arabulucu yani) olmasını beklemektedir aynı örgütlenme. Dahası, İmralı'nın “seçilmiş” ziyaretçileri üzerinden 30 yıl boyunca “Amerika ile olmaz” diyen Öcalan birkaç ayda “Amerika'sız olmaz” demeye getirildi. Ve hâsılı kelam, hemen herkesin (80 yıllık iktidarını kaybetmekten adeta yaralı yılan gibi saldıran CHP hariç) umut/gönül bağladığı Çözüm Süreci, şimdinin “cüzzamlı” kelimelerine dönüştürüldü.
***
Erdoğan liderliğinin farkında olmadığı –veya oldurulmadığı– Kürt/PKK dinamiğinin/oylarının kendisini tasfiyeye götürmeye ehil tek “fizibilite” olduğudur. Kandil'in hendek-çukur gafletine rağmen bu vazgeçmez oyların, tasfiyenin kıvılcımı olarak düşünülen İstanbul seçimlerinde, üzerinde en iblisçe oynanacak olan biricik sosyolojik “sermaye” addedildiğidir...
DSP, TKP, SP gibi yüzde sıfır virgüllü partilerin İkinci Selahattin'liğe aday İmamoğlu lehine adaylarını çekmekte olduğu bu “kıvılcım” seçimde, İstanbul'daki yüzde 7-12 arasında gezen HDP (yani PKK) oylarının ne anlama geleceğini idrak edemeyen, kaybeden olacaktır. Dolayısıyla; yerli-milli politikalarında tavizsiz olan Ak Parti ve MHP'nin, en azı ile 600 yıllık ecdatları Osmanlı külliyatındaki “Kürdistan” denen bölgenin/coğrafyanın –ve ülkenin (devletin değil)– yerini idrak ederek, pireye kızıp yorganı yakmadan dönmeleri âcilen elzemdir.
Öte yandan, “sermaye”yi şimdilik elinde tutmakta olan Kandil yöneticileri; körpecik Kürt çocuklarına doksan yıl “Türküm, doğruyum, çalışkanım.../Varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirten “Andımız”ı geri getirmek için Anayasa Mahkemesi'ne götüren CHP “demokratik cephesi”ndeki yerini, buradan hangi “faşizmi geriletme” taktiğinde çalışmakta olduklarını görmeyi düşünecekler midir? Geriletilmesi gereken asıl potansiyel faşizmin, Bahçeli-MHP'yi de ikna ederek marşı AYM'de beklemeye alan “AKP faşizmi” mi yoksa “Andımız” dendiğinde hop kalkıp oturan CHP'nin –ve Bahçeli'yi az-milliyetçi (yani az-faşist) bulduğu için MHP'den ayrılan İyiParti'nin– “demokratik faşizm”i mi olduğunu vicdanî siyasete çekecekler mıdır?? Bu arada; felsefe membaından beslenecek silahsız-şiddetsiz sivil bir siyasetin bilumum faşizmleri derdest edecek yegane “devrimci yol” olduğunu artık vicdanî bir idrake konu edecekler midir???
Bahçeli ve MHP de SADECE; CIA operatörlerinin bir ay ara ile, 15 Temmuz iç savaş denemesinin örgüt elebaşısı Gülen'i Pennsylvania'daki bir “paralel başkanlık sarayı”na yerleştirirken, “bölücü-başı” Öcalan'ı burun-göz bantlarıyla Engin Alan'ın eline uçak koridorunda karga-tulumba NEDEN verdiğini yerli-ve-milli politikalarıyla yeniden harmanlaması yeterli olacaktır.
Kandil örgütlenmesinin ise aynı “kaderin cilvesi” operasyonu hafıza-i beşere yeniden “tanımlama”sı kâfi olur...
Ali Kemal Özcan
13 Mayıs 2019 Dersim