Eminim sizin de dikkatinizden kaçmamıştır; sahada ulusal takım, sabırla, bir pozisyonun ihtiyaç duyduğu en elverişli anı olgunlaştırmaya çalışırken, tribünde bu maçı bize yorumlamakla görevlendirilmiş olan Rıdvan Dilmen o “olgun” sabrı, eski bir alışkanlıkla, göstermememiz gerektiğini israrla vurguluyor. Dilmen, kenara taşıdığınız her topun, adına “orta” denilen ve hakikaten orta malı olan o tuhaf, akıl dışı vuruşun yapılmasını büyük bir şehvetle istiyor. Peki ama neden? Kim malını mülkünü orta yere bırakmak ister ki? Kim büyük emeklerle olgunlaştırdığı inisiyatifi, kaba saba bir akılla, orta yere boca ederek rakibine ikram etmek ister ki?
Ama anlaşılan Dilmen ve o'nun gibi geçmiş yüzyıldan kalan, daha doğru bir deyimle, geçen yüzyılın artık fazlası olarak kalan simalar yeni yüzyılın futbol oyununu anlayamamak için büyük gayretlerini sürdürmeye devam edecekler.
Futbol oyunu süresi ve alanı çok belirgin bir oyundur. Bu belirginlik herşeyden önce keyfiyetleri sınırlar. Çünkü at koşturacağın alan dar, çok değerli olan zaman ise kısıtlıdır. Alanı ve zamanı oyun ve maçın ihtiyaçlarına göre, çok doğru ve yerli yerinde kullanmadığınız zaman, istediğiniz sonuçları üretmeniz keyfi mucizelere kalır.
Orta yapmak ya da, Dilmen'in çok sevdiği veciz ifadesiyle, “orta kesmek” muskaya yazılmış ilahi ve garantili bir eylem değildir. Ama futbol oyunu skor üretebilecek karakteriyle garantilere yaslanmak ve o garantilerden beslenmek durumundadır.
Türk ulusal takımının ilk yarıda oynadığı oyunu “Dilmengiller”in absurd yorumlarıyla gölgelemek niyetinde değilim. Futbola ilişkin fikirlerimi izleme imkanı bulmuş olanlar bilirler ki Fatih Terim ve o'nun tasarladığı oyun kurgularından hiç hazetmem. Bir şeyi itiraf etmem gerekirse bu maçı da Terim ve Terim oyunlarına duyduğum negatif duygularla izlemeye koyuldum.
Ama hemen söylemeliyim ki, futbol oyunu olarak, ilk yarı bütün Terim tarihi boyunca izlediğim en iyi oyundu. Özellikle de Oğuzhan Özyakup'la başlayıp, tekrar Oğuzhan Özyakup'a dönen çoklu ve isabetli pas döngüsünü hayranlıkla izledim. Dilmen'in aksine, sağ ve sol kanatlara taşınan topları orta yaparak heba etmek yerine, birkaç pas daha yaparak final vuruşunu sabırla arayışı takdir ettim. Aslında sözünü ettiğim bu iki olgu Terim gibi pragmatist bir futbol adamının kara kaplı defterinde hemen hiç rastlamadığımız oyun yapılarıydı.
Hem hücumda, hem savunmada oyunun boyunu kısa tutarak, klasik üç bölgeli oyun anlayışından vazgeçmiş gibi görünen Terim eğer bu tutumunu Avrupa şampiyonasında da sürdürürse, ahir ömrünün son demlerinde Türk futboluna büyük hizmet etmiş olur. Türk futbolunun en büyük yapısal sorunu oyunu, çağdaş dünyanın aksine, üç bölgede oynama garipliğidir. Geçen yüzyıldan kalma üç bölgeli oyun pratiği eğer terkedilirse, Türk futbolu cidden bir üst seviyeye çıkma imkanı bulabilir.
Maçın 55. dakikasında Fatih Terim, yukarıda ifade etmeye çalıştığım o güzel şeyleri adeta tekzip ederek, oyuna keyfince müdahalelerde bulunmaya başladı. Yaptığı müdahale sadece oyuncu değişikliği ile sınırlı değildi, iki stoperi daha da geriye çekerek bir bakıma üç bölgeli oyuna dönüş yaptı. Bu müdahale ne oyunun ne de maçın talebiydi. Terim, telepati yoluyla tribünde oturmuş maçı yorumlayan Dilmen'i duymuş gibi, sabırlı oyundan vazgeçerek, sırf atraksiyon olsun diye, golle sonuçlanması mümkün olmayan o tuhaf kaotik oyuna izin verdi.
Ne de olsa Dilmen şöyle diyordu: “Hiç gol pozisyonuna girmedik”. Çünkü bu ülkede gol ile sonuçlanmasa bile ceza sahasına kesilen serseri toplar “gol pozisyonu” olarak anlaşılıyor. Bunun çok basit bir nedeni var; teknik direktörler kendilerini oyundan sorumlu hissetmezler ve arkasına saklandıkları yegane argüman da şudur: “O kadar çok gol pozisyonuna girdik ki.. ehh bunları gol yapmalısınız! Oyuna girip bunları ben mi gol yapmalıyım?”.