Sonra da “Köşe de okumam, siyasetle de işim olmaz” deyip farklı bir gezegende yaşar gibi yaşamak, kendi algıladığımız dünya dışına tamamen kendimizi kapatmak, ne kadar mantıklı gelir sizin düşüncenize?
Sadece cemaat mensupları değil Sosyolog Fatma Barbarosoğlu, Bülent Akyürek gibi kimi yazarlar da insanları yalnızlaştırdığı ve ahlaki olarak yozlaştırdığı gerekçesiyle uzun zaman şiddetle karşıydılar, direndiler, sosyal medyaya . Ancak şu an aktif kullanıcılar arasındalar.
Her sosyal medya kullanıcısı bağımlı mıdır? Bağımlılık türleri çok fazla: Sigara, alkol, uyuşturucu, internet oyunları, Tv ve daha bir sürü şey. Bazan bir insana bağımlı olabilirken bazan bir maddeye bağımlı olabiliyor, çocuk, genç ya da yaşlılar. (Sigara, uyuşturucu, alkol bağımlılığı gibi bir şahsa körü körüne bağımlılık da maddi ya da manevi öldürebiliyor insanları. Bunu da söylemeden geçmeyelim.)
Konumuz sosyal medya olduğu için bunun üzerinde yoğunlaşacak olursak kullanım şekline göre fayda ya da zararlarını sıralamak mümkün. Bu konuda uzman kişi olmasam da tecrübe ve gözlemlerimden şunları çok rahat söyleyebilirim:
Magazin ya da dedikodu malzemesi toplama, kim kiminle nerde, ne yemiş, hangi partide ne giymiş, hangi ünlüyle selfie çektirmeyi başarmış vs. lüzumsuz bilgi toplama amacına ya da gösteriş yapma, kolay ve ucuz şöhret olma vasıtası haline geldiği zaman sosyal medya en saçma, en gereksiz araçtır.
Ya da kim olduğunu bile bilmediğimiz insanlarla lüzumsuz ahbaplık kurup vakit geçirmek için kullanılıyorsa, gerçek hayattaki çevremizden, arkadaşlarımızdan uzak kalmamıza sebep oluyorsa yine felaket. Zaman akıp giderken, baharı, kışı, güneşi, yağmuru hissedemeden bilgisayar başında tüketilen bir hayatsa neticesi, bu da tehlikeli bir bağımlılığın habercisi.
Ancak doğru ve planlı kullanıldığında, siyasi ya da güncel hızlı haber edinmeye, bu haberler hakkında çevremize bilgi ve yorum aktarmamıza, yönlendirme yapabilmemize katkıda bulunduğunu da unutmayalım.
Hatta bazen yakın akrabalarınız, arkadaşlarınız sizin mizah anlayışınızı, düşüncelerinizi tam anlayamazken dünyanın öbür ucunda yıllardır görüşemediğiniz lise ya da üniversiteden bazı arkadaşlarınızın sosyal medyada sizi gayet iyi anladığını, düşüncelerinize katkıda bulunduğunu ve farklı bir perspektif sunduğuna da şahit olursunuz. Bazen sevincin bazen de bir kederin paylaşıldığı yere de dönüşebilir, sevdiklerinizle.
Akıp gitmekte olan hızlı bir hayat ve kısa bir ömrümüz var. İnsan dünyaya biraz da anlamak, anlam katmak ve anlaşılmak için gelir. Kuranı ve kainatı doğru okuyup, hissedip, bunu diğerlerine de anlatabiliyorsak (gazete köşesi, sosyal medya) her paylaşım güzeldir. Okumanın, kitap okumanın, -sayfalara dokunmanın, hatta o elimizde gazetenin kokusunu duyarak okumanın- yerini hiçbir teknolojik alet ya da meşguliyet alamaz. Okumadan yapılan her paylaşım değersiz ve yavandır.
Ve diğer mesele de gözü, kulağı, dimağı açık insanlara ulaşıp, duyurabilmek, derdini anlatıp, paylaşabilmek, anlaşılabilmek. Sokrat, Nietzsche, Luther, Galileo gibi belki pek çoğumuz ya anlaşılamamış ya da yanlış anlaşıldığımızı düşünmüşüzdür.
Kafka da anlaşılamamaktan yakınmıştı bir mektubunda “Ormanda yolunu kaybetmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içindeyiz. Ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun ne de ben seninkileri… Cehennem hakkında ne bilebilirsen benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin.” diyordu.
Anlamıyor, anlaşılmıyor ya da anlatamıyorsak bu gerçek hayatsa da yalnızızdır, sanal alemse de. İnsanoğlu kendini anlatamadığı kişiden ya da mekandan sessizce uzaklaşır, gider. Bir kere daha vurgulamak gerekirse,
İnsanoğlu anlamak, anlatmak ve anlaşılmak ister… Anlaşılamayan her insan öyle ya da böyle yalnızdır.