28 Şubatçılardan kaçarken neslimiz, ne yazık ki paralel yapıya tutuldu. Birçok gencimiz yaz denilince yazıyor, at denilince atıyor, ver denilince veriyor, git deyince gidiyor, kal deyince de itirazsız kalıyor. Cemaat kurumlarında kalan üniversite gençliği Pensilvanya’dan gündem gelmeden ya da abilerinden biri -dini ya da siyasi- düş görmeden ne düşünebiliyor, ne de konuşabiliyor.
Son yaşanan olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz? diye sorulduğunda cemaat kurumlarında kalan kimi öğrenciler “Siyasetle ilgilenmiyorum.”, bir kısmı “Hocamızın üstüne çok gidildi, mülaanesi (lanetleşme) beddua zannedildi”, bazıları da “Yorum yaparsam tüm cemaatle helalleşmem gerekirmiş, konuşamam,” diyor. Kimileri de daha fazla Zaman abonesi olma (veya bulma) ve tweet atma baskılarından bunaldıklarını dile getiriyorlar.
Ailelere baktığımızda ise üniversiteli gençlikle anne-babası arasında bir çatışma ortamı gözlemleniyor. Bu kısmen gezi olaylarında da yaşandı. Birçok ebeveyn “Bu gezi olayları hükümeti devirmek için bir oyundur. 10-15 sene öncesi Türkiyesine göre ülkemiz ekonomi, sağlık, ulaşım, dini inanç ve özgürlükler vs. pek çok konuda çok ileride” dese de belli örgütlerce ve bazı medya organları tarafından kışkırtılan gençler, sokağa dökülmeyi farklı bir macera olarak görmüştü.
Şimdi de paralel yapının yetiştirdiği gençlerle anne-babaları çatışmakta. Aile, akraba ya da arkadaşlar arasındaki fikir ayrılıklarının, tartışmaların kırıcı olmaması ve kavga boyutuna ulaşmaması temennimizdir ama çoğu zaman bu başarılamıyor.
Ancak gençlerimizin haklı oldukları bir konu var ki “Bu dershanelere, abilere, ablalara ve yurtlara, bizi, siz verdiniz” diyorlar ve ailelerinden ziyade bulundukları yapının doğrularına inanıyorlar. İnanmayanlar da ailesi, kendi doğruları ve cemaatin dayattıkları arasında yaşadığı çelişkiye dayanamayıp bulundukları kurumlardan çekip gidiyor.
28 Şubatta İmam-hatipler, kuran kursları ve dini eğitim ve dinle bağlantısı olan neredeyse her okul, vakıf ve yurtlar kapatılırken bu cemaatin kurumlarına dokunulmadı. Belki Çevik Bir’e yazılan mektuplar, belki Bülent Ecevit’e edilecek şefaatler, belki de radikal İslam’ın karşısında bol füruatlı, ılımlı duruşlarından olsa gerek, dişe dokunur herhangi bir mağduriyet yaşanmadı.
Muhafazakar çoğu insanımız da “İmam-Hatipler, Kuran kursları kapatıldı, bari bu dershanelerde, yurtlarda din, iman öğrensinler” diyerek çocuklarını bu kurumlara teslim etti. Ancak bu kurumların eğitime bakışı oldukça seküler, din anlayışı ise otoriteye koşulsuz itaatten ibaretti. Rüya, menkıbe, sır kapısı hikayeleriyle coşturulup abone ve burs toplama üzerine kurgulanmış bir din anlayışından sunulan hiçbir bilgiyi sorgulayamayan, sadece itaat eden altın nesil üretilmek istendi ve istenilen oldu.
Bugün Hakan Şükür gibi artık orta yaşı geçmiş milletvekilleri bile kendisiyle ilgili bir kararı, yani istifasını Pensilvanya’dan gelen icazetle yapıyorsa varalım bu çocukların halini biz düşünelim. Bugün Esed’in zulmü sebebiyle açlıktan delirme noktasına gelmiş, şizofreni olmuş, işkence görmüş Suriyeli kardeşlerimize yardım götüren tırlara gözünü dikmiş paralel yapının savcıları, polisleri böylesi robotlaşmış beyinlerin en kötü tezahürleridir.
BAŞBAKANIMIZIN ÜSLUBU ÇOK MU SERT NE?
Başbakanımızın Almanya’yı ziyaretinde, gezi olaylarındaki polis şiddetini soran bir muhabire “Hamburg’daki polis şiddetini niye sormuyorsun?” cevabı onun “One minute” çıkışlarındaki hazır cevaplılığının ve dik duruşunun yine bir göstergesidir.
Der Tagesspiegel gazetesi de “Erdoğan, Berlin ziyaretinde kendinden emin ve kararlı görüntüsüyle etkiledi, taraftarlarına ümit verirken, karşıtlarını korkuttu” yorumunu yaptı.
Avrupa’nın, ABD’nin, İsrail’in ve ülkemizdeki darbe severlerin önünde eğilip bükülseydi, sürekli kimileri gibi takiyye ve diyalog yapsaydı, bir adım ileri, iki adım geri, ürkek korkak tavırlar takınsaydı bu milletin gönlüne böylesi derinden giremezdi.
Gezicilerin oluşturmak istediği kaosa da, paralel yapının operasyon ve tuzaklarına da pabuç bırakmadı. Milletimizin endişelerini onun güçlü duruşu gidermiş, hainlere söylediği “Haşhaşiler, alim müsveddeleri” lafları da ülkemizin 17 Aralık operasyonuyla uğratıldığı maddi, manevi zararı düşündüğümüzde çok görülmemesi gereken oldukça haklı ve yerinde sözlerdir.
Zira Adnan Menderes gibi üslubu çok nazik olsa, belki de Erdoğan’ı yok etmek isteyenlere bu yaklaşım cesaret verecekti. Nitekim yumuşak üslubu ve uzlaşmacı yönüne rağmen Bülent Arınç da “Siz onun bildiklerini bilseydiniz daha acı konuşurdunuz” demişti. “Nalına da vurayım mıhına da, ne kızı vereyim ne dünürü küstüreyim” tarzı siyasetçileri değil, hakkı, davasını, korkusuzca ölümüne savunan başbakanımızı bu yönüyle takdir ediyoruz.
O, yeri geldiğinde Anadolu köylüsünün evinde bağdaş kurup sofraya oturacak kadar samimi ve mütevazı, yeri gelince de Müslümanların izzetiyle oynamaya çalışanlara haddini oracıkta bildirebilen gerçek bir lider. Bu yüzden yalnızca ülkemizin insanları değil tüm dünya Müslümanları ona dua etmeye devam ediyor.