“Yol birdenbire incelir / Gider uzaklara bensiz / Dağların ardını bilmem / Hüzün birdenbire gelir.” diyor, şair, Beşir Ayvazoğlu. Öyle ya, için içine sığmazken dünyanın öbür ucuna koşabilecek, savaşabilecek şevkin, heyecanın varken, ne olur da birdenbire kolun kanadın kırılıverir, gözlerinin feri gider, öksüz çocuk gibi bakakalırsın? Nasıl gelmiştir o hüzün ve nasıl ağlamazsın?
Ağlamayı değil, gülmeyi sevmişizdir hep. “Allah ağlatmasın” deriz, “Ömür boyu gülsün, gül yüzün” deriz de, bunun bu dünyada olmayacak bir şey olduğunu da bilmeyiz sanki. Hem niye ağlamayalım ki göz bebeklerimizden taşmak üzereyse yaşlar. Ya kaskatı kalsaydı kalplerimiz, ya hiç ağlayamasaydık. Aç, çıplak çocuk gördüğümüzde kafamızı çevirseydik, bombaların savurduğu, kolları bacakları görünce acımasaydı yüreğimiz, uzaktan seyredip gülmeyi sürdürseydik, nasıl insan olabilirdik ki.
Peygamberimiz ürpermeyen kalpten, ağlamayan gözden O’na sığınmıyor muydu?“Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” demiyor muydu. “ Benim bildiklerimi” derken ne demek istediğini hiç düşünebildik mi? Oğlu İbrahim vefat ettiğinde mübarek gözlerinden yaşlar dökülmüştü de şunları söylemişti:“Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz Allah’ın razı olmayacağı sözü söylemeyiz…”
Allah’a en yakın olanlar yani peygamberlerin hüzünlerini, göz yaşlarını ve O’na sığınış ve münacatlarını görünce ağlamayı sevmeye başlıyorsunuz. Kötü bir haslet olsaydı, sulu gözlü olmak, onlar ağlamazdı diyebiliyorsunuz. Hz. Yakup çok sevdiği oğlu Yusuf’u kaybettiğinde üzüntüsü o kadar büyüktü ki onu şöyle dile getirebildi: “Ben hüznümü ve kederimi ancak sana arz ederim.” (Yusuf,86) O, bir peygamber olarak, derdinin büyüklüğünden ziyade başvurduğu merciinin, yani yaratıcının gücünün ve hükmünün büyüklüğünün farkındaydı. Yalnızca O’na sığındı, O’ndan istedihıçkırıklar boğazımızda düğümlense de hüznümüzden kaçamayız, kaçmamalıyız. Derdimizden kaçıp içi boş avuntularla günümüzü gün etseydik gerçek “anlamıyla insan olamazdık. Derdimi seviyorum demişti, kitabında Hekimoğlu İsmail.Sevmek, derdine davasına sadakat göstermek, sahip çıkmak…
Taif’te taşlamışlardı Peygamber Efendimizi (sav). Öyle üzülmüşlerdi ki Allah’a şöyle niyaz etti: “Allah’ım gücümün tükenişini, çaremin bitişini ve insanların gözünde hor görülüşümü sadece sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin merhametlisi, beni kime havale ediyorsun. Sen bana gazaplı değilsen başıma gelenlerden hiç gam çekmem. Fakat senin esenlik ve rahmetin,benim için gazabından daha hoştur…” Kulun Rabbine edebileceği en samimi dua, bu değil de nedir? Orda, O’nun yanında olup,Rasulullah’ı teselli etmek ve O’nun nuruyla teselli bulmayı kim istemezdi. Ancak onlar en yüce zattan istemişlerdi hep…
Reyhanlı’da 50 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırının ardından Suriyeli muhacirlere yöneltilen tepkilerin ardından, Suriyeli kardeşlerimiz yaşadıkları bölgeye yani kaçtıkları ateşe dönüp atlıyorlar diyebiliriz. Neden mi? Ensardan bir ensar sandıkları Türk kardeşlerinin ithamlarına maruz kalmamak için. Suçluolmadıkları halde töhmet altında kalmak, onlara Esed’in kurşunlarından daha yaralayıcı geldi ve onlar dönüyorlar. Varsa hala vicdanımız, tam zamanıdır, buyurun ağlayalım hiç olmazsa…