“Bugün arkadaşım Fatma çok ağladı, anne” dedi kızım. Fatma’yı çok anlattığı için niye ağlamış olabileceğini az çok tahmin etsem de usulen “Neden” diye sordum. Kızım gene bıcır bıcır, uzun uzun anlatırken ben pencereden dışarıya dalıp gittim. Aklıma o teyzenin öfkeli söylenmesi geldi. “Bunları alıştırıyorsunuz böyle. Sanki bu şehirde yoksul, öksüz kalmadı. Kendi insanımız dururken…” Bilsem ki o teyze kendi insanına kol kanat gerer, doyurur, içim yanmayacak. Vereni caydırmasa kafi…
“Vay haline o namaz kılanların” ayetiyle birlikte Maun Suresi geçti yine zihnimden. Yaratıcımız kullarını nasıl güzel tahlil etmiş. Cimri tabiatların neler hissettiğini ve neler yaptığını her şeyiyle biliyor. “Yoksulu doyurmaya teşvik etmezler.” diyor Allah’u Teala, ancak fazlası var “engel olmak”. “Alıştırma, acıma, çok bunlardan, amaaaan…”
Onlardan çok ama senden bir tane değil mi? Tek başına yediği emekli maaşının yetip bitmediğini anlatırken öyle acıtasyonlu cümleler kurar lakin 15-20 kişilik ailelerin bir bodrum katına tıkılıp kalmasına kayıtsız. Gelmeselermiş. Kabahat bunlarda değil ne olduğu belirsiz yabancıları nezih memleketimize dolduran hükümetteymiş.
Fatma’da o teyzenin sevmediği mültecilerden biriydi. Esed’in zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan ailelerden birinin 11 yaşındaki kızı. Erkek kardeşi evlerine atılan bir bombayla şehit düşmüş. Henüz Türkçe’yi çok az konuşabildiği için kendini tam olarak ifade edememekten, arkadaşlarıyla istediği gibi diyalog kuramamaktan ve derslerini anlayamamaktan muzdarip. Bazen arkadaşlarının arasında kendinin ne işi olduğunu düşünüp sıraya kapanıp ağlıyor. Savaştan öncesini, evini, yurdunu, kardeşini ve Suriyeli arkadaşlarını özlüyor. Oradayken yaşıtlarıyla şakalaşabiliyordu, derslerinde de başarılıydı muhakkak. Kızıma Suriye’deki evlerinin fotoğrafını göstermiş. “Anne, ben onları hep fakirdir sanıyordum ama evleri havuzlu, çok güzelmiş” diye tarif ediyor.
Yine de şanslıydı Fatma. Kardeşini savaşta kaybetse de anne babası da onunla birlikte gelmişti. Mesela Ahmet’in babasının bacağı sakatlandığı için kaçamamıştı, kalmıştı Suriye’de. O yüzden Ahmet daha bir kederli daha bir hasret yüklüydü yüreği. Furkan Ahmet’i güldürmek için çok uğraşırdı ama bazan yetmezdi şaklabanlık. İllaki “babam olsaydı” dedi mi geçmezdi hüznü. “Hadi bir telefon kartı alalım da arayalım babanı” derdi o zaman Furkan. İki satır konuşunca babasıyla, yüzünde güller açardı Ahmet’in de.
Ahmet de Iraklı Zeynep’ten talihliydi. Zeynep’in babası şehit olmuştu, kavuşma ümidi ancak ahirete kalmıştı. Kısacık dünya hayatında buluşamayanların tek sığındığı liman, o sonsuzluk, o ebedi alem değil miydi zaten. Üşüyordu Zeynep de ablası da. Gözlerine bir cesaretle bakmayı denedim anlamak ister gibi. Beş on dakika muhabbet ettik. Anladım ki kıştan ziyade ayrılıktı onları üşüten, soğuktan fazla gurbet, yabancı olmak, aynı dili konuşup ağlayamamaktı belki zayıf bedenlerini titreten. Kaldırım taşları kadar soğuktu işte burası, sevdikleri yoktu ki…
“Gelmeselermiş.” Ne kolay, ne hissiz, ne gamsız bir laf. Ya tabi gelmeselermiş. Bu teyzem olsa geçerdi Esed’in karşısına “Gitmiyorum, vur, yak, yok et beni, evimi başıma yık!” derdi, aç gezerdi ama başkasının memleketine gitmezdi. Yezid, yezidliğini yapmış halkını katletmiş, aç, sefil bırakmış, kedi etine mecbur etmişti mazlum milletini. Ya bizim bu mülteci görünce yüzünü buruşturanlara hangi adla hitap etmeli? Başı ağrısa yirmi kişiye sızlanıp romatizmasından şekerine, kolestrolüne 40 çeşit hastalığını aynı dakkada hisseden bu teyzemiz mültecileri görünce tamamen hissizdi işte.
Gelmeselermiş. Dilenmeye mi gelmişler? En korkunç olan da bu. “…Allah’ın dilemiş olsa doyurabileceği kimseleri mi yedireceğiz. Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.” (Yasin 47) diye inkar edenlerin infaktan kaçtığını söylüyor Rabbimiz. Özellikle İstanbul’da iş bulamayıp çaresizlikten dilenenleri görünce bu ayetleri de ensar-muhacir kıssalarını masal gibi dinlemişiz, hiç biri yüreğimize değmemiş diyorum.
Peygamberimiz ve Mekkeli arkadaşlarına Medineliler, birkaç lokma ekmek, birkaç kat giysi verip bırakmadılar ki. Kendi kendilerine yetinceye kadar evleriyle birlikte gönüllerinde misafir ettiler. “Devletin görevi, hükümet baksın” cümleleri yaşarken yüreğimizi ferahlatmaya yeter mi bilmem ama din gününde, o büyük hesap gününde yetmeyeceği kesin. “Komşun açken sen nasıl tok yattın, ey Müslüman? Veyl olsun, yazıklar olsun! Kıldığın namazlar sana hiçbir şey anlatamamış, namaz ve orucundan ancak sana yorgunluk kalmış” derse Allah biz ne cevap vereceğiz, düşündük mü hiç?