2010 Temmuz'unda Sevgili Tunceli o sıra valisi ve T.Ü. Rektörü'nün gönülden destekleriyle başlatığımız “Çözüm'e ancak Öcalan üzerinden ulaşılabilir” odaklı nefes-nefese çabalarımdan bugüne, tabiri caizse artık dilimde tüy bitti...
“Dilimde tüy bitti” derken “yoruldum, vazgeçiyorum” şeklinde aman yanlış anlaşılmasın! Sadece dilim tüylü konuşuyorum, o kadar.
Haziran'ın 15'inden itibaren bir yıl içinde hurhaber.com ve değişik gazetelerde yayınlanan eski yazılarımdan adeta “tombala” ile seçerek 7'sini yeniden, Başbakan Davutoğlu'na yazdığım mektubu ilk olarak yayınladım.
Okunuyor mu, bilmem.
Son üç yıl içinde, “bu dert” üzerine (epey bir makale hariç) üç kitabım yayınlandı. Sonuncusu doktora tezimin güncellenmiş hali olan İngilizce kitabımın çevirisidir (Türkiye'nin Kürtleri; Kürt Sosyolojisinde PKK ve Öcalan). Bugünlerde telefonlarıma çıkmayan/dönmeyen Star Gazetesi yazarı Cem Küçük'ün sabırlı/değerli katkılarıyla 3 buçuk yıl süren ve 4 tercüman değiştiren meşakkatli bir “süreç” sonucunda gerçekleşti.
Son beş yıl içinde de; beşi başbakan yardımcılığından geçmiş insanlarımız ile birer kez, Eski Başbakan müsteşarı ve İçişleri bakanı Efkan Ala ile 3 kez, Eski MİT müst. yard. Muhammed Dervişoğlu (şimdi Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı) ile 5 kez olmak üzere toplam 20'nin üzerinde konu ile ilgili Devlet yetkilisiyle görüştüm. Hepsinde hedefim/talebim sürecin Öcalan üzerinden götürülebilmesinin felsefî ve siyasî güvenliği için “önce Erdoğan ile” görüşmek oldu.
Sonuncusu ismini sonra açıklayacağım bir gazetecinin bir yurtdışı gezisinde “elden verdim” dediği olmak üzere, Erdoğan'a birbirinin içi ve devamı olan 5 mektup yazdım.
Ulaştı mı, bilmem...
Öcalan'a 31 Aralık 2004'te bitirip gönderdiğim mektubumun içinde olduğu kitaplarımı ve yine içinde “Kandil'e açık Mektup”un da olduğu o kitaplardan sonra yayınlanmış birkaç makalemi, Öcalan ile ilk görüşmeye giderken Diyarbakır'da PKK'nin kuruluş yıldönümü (27. 11. 2014) günü, Öcalan'a götürmesi için H.Dicle'ye imzalayıp verdim.
Dicle'ye “bu kitapları daha önce İmralı'ya üç kez postaladım, Devlet'ten ulaşıp ulaşmadığını öğrenemiyorum. Siz götürür müsünüz” dedim”... “Hayır, Kandil'e sormadan götüremem” dedi. “O zaman, Mehmet Öcalan gibi, gönderdiklerimin eline geçip geçmediğini sorar mısınız” dedim. “Hayır, Kandil'e sormadan bu soruyu da soramam” dedi...
Kandil'e sordu mu, Kandil “He, sor” dedi mi, O da Öcalan'a sorabildi mi, bilmiyorum!..
Aslında bugün; yukarıdaki Erdoğan ve Öcalan'ın Dikkatine SON başlığı altında yeni bir seslenme yazısı yazmayı düşündüm. Ama baktım ki; bundan tam üç yıl önce bugün (3 Temmuz) yazdığım ve Öcalan'a Mektup kitabımızın Sonsöz'ü olarak yayınlanan seslenişimde, anlayana sivrisinek saz anlamında herşeyi söylemişiz.
Şimdi o yazdıklarım aşağıya tekrar aktarırken şunları söyleyeceğim:
Bu sefer de kimseden ses çıkmazsa, ben çıkarılması gereken yerden sesi çıkartırım. Dikkatine sunduğum/seslendiğim bu iki tarihi şahsiyetten birinin 10 bine, diğerinin 700 bine yakın vurucu gücüyle ordusu silahları var. Benim ordum yok, ama bütün bu ordulardan daha kudretli olduğuna inandığım “üç namlulu” bir silahım var:
Yüreğim, Beynim ve Ruhum...
Bu üç namlumun en ipek pürüzsüzlüğü ve en pamuk yumuşaklığındaki “müşterek mermi”siyle söylerim ki; Türkiye'nin önünü açacak olan ne “en-olur koalisyon” denen AKP-CHP veya AKP-MHP koalisyonları, ne erken seçim ve ne de Suriye'ye girmektir. Üçü biribirinden risklidir, üçü de en olmazıdır.
Bu Ortakvatan ve Sentezmillet'in önünde bekleyen en makul, en fizibıl ve en acil “hamle” aşağıdaki “Sonsöz”de felsefi ve tarihî çerçevesini sunduğum zemindeki bir uzlaşma sonucu – silahlı unsurların suratle sınır dışına çekilmeye başlamış olarak – Ergenekonî unsurların ayıklanmasından sonra Öcalan'ın HDP'den çıkaracağı bir parti ile AK Parti'nin koalisyonudur...
Bunun ne MHP'nin ne de PKK'nin reddedebileceği veya karşı durabileceği bir somut program ve en “düşmanca”sını mahçup edecek bir adap-edep ile Türkiye'ye anlatılması ise – eğer ihtiyaç olur ve istenirse – üç namlulu tek silahı ile bu garip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının boyun ve namus borcu olacaktır.
Bu kez ses çıkması gereken “yer”den ses çıkmazsa, ben sesi çıkartacak “yer” bulurum.
Bu Ortakvatan sadece ordusu olanlara ait değildir. Ve bu Sentezmillet der ki “Ne kadar büyük olursan ol, senden büyük Allah vardır”...
Bu ortak vatanımız şimdiye kadar hiç olmadığı kadar Erdoğan ve Öcalan önderliklerinin “tarihi yaşama” ruhlarına bağlı hale gelmiş bulunmaktadır. Kimsenin de, özellikle bu iki tarihî şahsiyetimizin, Cumhuriyetin başında inkâr-isyan “parantez”iyle bozulan bin-yıllık Türk-Kürt ilişkilerini bazı global ve yerel odakların iktidar hesaplarına kurbana açık hale getirme hakkı yoktur.
Dolayısıyla, tarihimizin hiç bir döneminde olmadığı kadar, bu iki liderliğin “dost acı söyler dostları”na ihtiyacı vardır...
Ortakvatan'ımız Türkiye'nin Sentezmillet'i Cumhuriyet vatandaşlarının tümünün geniş ferasetine, derin sağduyusuna ve engin vicdanına sunarım.
3 Temmuz 2015
Doç. Dr. Ali Kemal Özcan
Tunceli Üniversitesi
Sosyoloji Bölüm Başkanı
Dersim
SONSÖZ
Kürt Meselesinin Geldiği “Kapı”
"Kürt sorunu” diye Türkiye'nin gündeminde tutulan meselenin yüzde doksanbeşinden fazlası aslında çözüldü: bir cümlelik anayasal güvence vs. hariç: sorun inkâr idi, inkâr aşıldı. Çözülemeyen, sorunu çözenlerin sorunudur: 1925 Şeyh Sait isyanı ile başlayan ve Devlet'in Kürt kimliğinin inkârı, şiddeti ve terörüyle derinleşen sorun, Örgüt'ün (PKK) isyanı, şiddeti ve terörü sonucu çözülmüştür.
Günümüzde giderek zorlaşan/zorlaştırılan sorun “Kürt Sorunu” değil, devletleşen Türkiye burjuvazisinin en örgütlenmiş bütünü olan AK Parti ile Örgüt arasında, Cumhuriyet sınırları içinde kalmış Kürdistan coğrafyasının ve nüfusunun üçte birine (1/3) yakın kısmının kimin tarafından yönetileceği etrafında kızışan çekişmedir: sözkonusu bölgede Örgüt ile Devlet arasındaki iktidar mücadelesidir. Örgüt “Bu sorunu ben çözdüm, buranın iktidarını bana bırakacaksınız; burası bana, Türkiye hepimizin olsun, yoksa çıngar çıkarırım, intihar ederim” diyor. Öcalan da bu çıngara/intihara yarı ikna yarı mahkûm olmuştur. Devlet buna gelmiyor, gelmez: “ben senden daha fazla oy alıyorum onlardan” diyor. Ve buna gelmesinin kimseye faydası olmaz – ne Türklere ne Kürtlere. Tersine, ikisini de boyutlarını tahmin etmekte zorlanacağımız felaketlere götürür.
Örgüt, sorunu şiddetiyle çözüme götürtmüş olmanın sunduğu Türkiye Kütleri arasındaki toplumsal tabanı ve karizması çok şişmiş/şişirilmiş lideri Öcalan'ın bu toplumsal taban içindeki sosyo-psikolojik motivasyonu üzerinden –Irak'taki fiili devletleşmeden de “heyecan”lanarak – “Bölge”sinde iktidar olmak istiyor. Öcalan'ın ise Devlet ile, iki milliyetçiliği uzlaşmaya yaklaştıracak uygulanabilir bir çözüme ulaşamayınca, İmralı'ya girişiyle birlikte felsefi/teorik düzeyde iktidarı ve devletleşmeyi kategorik olarak reddetmesine rağmen, Örgüt'ünün bu iktidar hedefine – karizmatik liderliğinin şişirilmesine devam zımnî şartı ile – “fit” olduğu yansıyor dışarıya.
Yani sorun artık “Kürt Sorunu” değil, Örgüt'ün halk desteğini önemli ölçüde tuttuğu Bölge'de iktidar olma hedefi; bu hedefine de Öcalan'ı bir yanıyla mahkûm bir yanıyla ikna etmesi sorunudur. Özetle asıl sorun; Öcalan ile Örgüt arasındaki, iktidar “kanser”i ile pragmatizm “veba”sının karışımından rengi kaybolbuş dengenin bir-bilinmeyenli “denklem”inin avucundadır. Konuşanların bilmediği, bilenlerin konuşmadığı bir denklem...
Bu denklem çokça dillendirilen İmralı-BDP-Kandil arasındaki bir denklem değildir. Çünkü BDP, PYD veya KCK diye bir örgütlenme yoktur. Bu sorunun bir örgütü vardır: PKK. Denklem Öcalan ve Örgüt'ü arasındadır. Bu denklemi cözecek olan BDP veya KCK değil, (çünkü bu örgütlenmelerin gövdelerinde bir araya getirilen kadroların karar mekanizmalarında bir fonksiyonları yoktur) önce örgütünün onun karizmasını kendi iktidar amaçları için nasıl-ne-düzeyde kullandığı hakkında Öcalan'ın “filtresiz” bilgilenmesi, sonra da Devlet'in İmralı ile yapacağı, devletin/milletin/vatanın ortaklığı ve birliği temelindeki uzlaşması olacaktır.
Örgüt iktidar/devlet arayışından vazgeçmez, Örgüt felsefi anlamda bir iktidar kavrayışından ve özeleştirisinden uzaktır; ve Örgüt Devlet'in elinde değildir... Öcalan iktidarlaşmadan/devletleşmeden felsefi ve teorik düzeyde vazgeçmiştir. Öcalan, liderlik egosunu rahatsız etmeyecek bir “uzlaşma” ve kendisine verilecek bir “sivil şans” ile bundan fiili/pratik düzeyde de vazgeçer. Ve Öcalan Devlet'in elindedir.
Kimi merkezlerde ve çevrelerde çokça öne çıkartılan “tez”lerin aksine, Öcalan – hâlâ – örgütünü silahlarıyla birlikte çözüme götürebilecek tek “entite”dir. Kürt meselesinin gelip kilidine dayandığı “kapı” burasıdır.
Kapının açılması veya yüzümüze çarpılması, yedi buçuk yıldır yolda olan bu “mektup”un [şimdi 10 yıl oldu] Öcalan tarafından okunmasına bağlı olduğuna dair inancımda yanıldığımı sanmıyorum. Bu inanç “içimi asit gibi eritiyor”. Ve bu “asit” yaklaşık 20 yıl önce girdiğim silahsızlık, şiddetsizlik ve yalansızlık “patika”sından varmak istediğim sivil topum “yayla”sı hayalimden dönmeme izin vermedi.
Dönemedim patikamdan...
Dönmeyeceğim.
Ali Kemal Özcan
3 Temmuz 2012
Dersim