15 Şubat “Uluslararası Komplo”su 21'inci Yılını da Doldururken
“Kürtler Öcalan'ı değil Demirtaş'ı Dinler” –Mi?
1999 Şubat'ında; o bilinen malum uluslararası “akıl” Öcalan'ı bantlara sardırtarak kendisini “ateş topu” Türkiye'yi adeta “odunluk” hesabıyla İmralı adasına servis ederken, müteakip bir ay içerisinde de, o zamanın “Hoca Efendi hazretleri” Fethullah Gülen'i Pennsylvania'daki bir mini-saraya yerleştirdi. Bunun nasıl bir “tesadüf” olduğunu, tesadüfümüzün nasıl vuku bulduğunu –konumuzun “su kaldırmaz” hayatiyetini dağıtmamak için– burada yazmayacağız. Şimdilik şöyle bir soru yeterli olur sanırım: Bu bir tesadüf müdür?
Tarih yapanlar/yazanlar —İnsanlık adına— hep iki “ayak” üzerinde yürümüşlerdir: Birincisi; Allah aşkı gibi doğru bilgiye aşkla sarılmış olmak, İkincisi; Üzerinde kefeniyle yola çıkmış olmak...
1999 “uluslararası komplo”su güncellenerek soft power yöntemi ile Erdoğan-Öcalan şahsında Türkiye etrafında “sıvılaştırılmış” bulunmaktadır... Bu komployu boşa çıkarmak için yukarıdaki iki ayak şartının gereklerini yerine getirmekten başka yol yoktur... Şimdi bu komplonun 21'inci yılını da doldurduk.
“Uluslararası komplo” dedikleri –ancak şimdilerde adını anmamaya pek imtina ettikleri– Şubat-Mart 1999 Komplosu'nun 22'inci yılındaki hayli güncellenmiş hâli İdlip'te zuhur etmiş oluyorken; Ova elitinin çekirdeğine yerleşmiş Kürt ilkel milliyetçileri, işin tuzu-biberi olarak Türk milliyetçi dinamiğini kışkırtmak üzere yeniden “Tecride son, Öcalan'a özgürlük” sloganlarıyla bir tür “eylem stratejisi” hazırlıklarında olduklarının ayak sesleri gelmektedir. Yirmi bir yıldır bu klasik yol ile tecrit içinde tecrit ederek (Özelikle Türk-Kürt ilişkilerinin binyıllık tarihî ve felsefî derinliklerini sentezleyen görüşlerini kitlelerden gizleyerek) Öcalan'ı İmralı'da ölüme götürmenin son raunduna hazırlandıkları anlaşılmaktadır.
Şüphesiz, bizim İstanbul seçimlerini vesile ederek hamle ettiğimiz iç tecridi kırma yönündeki “hiç-görülmemiş” girişimimizin unutulmaya bırakılmasına da güvenmek isteyerek, yirmi yıllık klasik düzenlerini sürdürmekten kolay vazgeçmeyecekleri bilinmelidir.
Her insan evladına çok şey düşüyor. Her kes elini vicdanına, izanına, terbiyesine, özellikle nefsinin terbiyesine elini atmalıdır. “Kendi acısını hisseden canlıdır, başkasının acısını hisseden insandır” der Tolstoy.
Bu mealde Demirtaş'a da şu düşer. “Başkan Apo'nun heykelini” yapmaya geçmeden önce (ki bunun da açıklamasını gün geçirmeden yapmalıdır: yani canlısı varken heykeline neden ilgi duyduğunu...) Öcalan'ın ilk üç temel savunmasını okumakla işe başlayabilir: Eğer en hin ve hâinane 1999 “uluslararası komplo”sunun 21'inci yüzyıla tekabül eden bu 22'inci yılındaki bir parlayan yıldızı olma hayali yoksa, bunu bir içerden yazılmışlar olarak “içerden” okuyabilir. Okumakla kalmayıp şüphesiz, bir özet yorumunu, bir “öykü” kadar değilse de bir broşür kadar yazabilir. Yazmalıdır. Acil olarak da gün/saat geçirmeden; hemen her gün medyada yoğun olarak “Kürtler Öcalan'ı değil Demirtaş'ı dinledi” hezeyanının işlenmesine yönelik, bıçakla değil ve fakat vicdanı ve nefsinin terbiyesiyle ağzını açmalıdır. Öcalan'ın kendisinin bu mealde bizimle diyalogda neler dediğini – rızasını henüz almadığımız için – yazmayacağız. Ancak İmralı kayıtlarına geçtiğine göre tarihimizin de kaydında yerini almıştır. Kaybolmaz.
23 haziran seçimlerinin iki gün öncesinde, 70'li yıllarda sol örgütlenmelerin izin çıkaramadığı durumlarda yaptıkları, tabiri caizse, “korsan gösteri” gibi patlak verdirilen avukatsız basın toplantımızdan yaklaşık iki saat sonra; Cumhurbaşkanı CNN Türk'te Ahmet Hakan'ın “Bu işte iktidarın bir payı var mı?” sorusuna cevaben şunları dedi:
Olaya şöyle bakıyorum. Bizim derdimiz o değil. Çünkü oralardan bize ne gelir, ne gelmez bunları az çok kestiriyoruz. Burada aslında bir iktidar mücadelesi var. Tabi HDP-PKK kanadında yaşanan bu savaş, Öcalan ve Demirtaş noktasında da ciddi bir iktidar mücadelesine doğru kayma gösteriyor. Hatta daha da ileri, Dağ da bu işin içerisinde. Ben bunu biraz daha ileri taşıyorum, Avrupa da... Şimdi bu süreç içerisinde tabi, Öcalan kendi iktidarını bunların hiçbirine kaçırmak istemiyor. Ve bununla ilgili de çok sert açıklamaları var. Demirtaş'a hesap sormaktan tutun da dağa hesap sormaya varıncaya kadar... Şimdi bu süreç içerisindeki yaptığı açıklamada da, 'eğer siz beni destekliyorsanız, eğer benim arkamda olan bir partiyseniz, siz ne oraya ne şuraya [destek verme] değil... bunların herhangi birinden yana değil kendi tarafsızlığınızı ortaya koymalısınız' diye bir şey [demektedir]... Bu liderlik mücadelesinde Öcalan Demirtaş'a ve Dağ'a mesajlarını veriyor.
Mektubu okumamızdan ve bu açıklamadan iki gün sonra –azami yararlandıkları, tabiri caizse o korsan basın toplantımızda açığa çıkan zafiyet üzerine– Demirtaş hapishaneden Twitter'ına şuları yazdı:
- Sn Öcalan'ın demokratikleşme ve barış için alacağı her türlü inisiyatifin yanında olacağımdan, başarısı için samimi çaba sarf edeceğimden kimsenin kuşkusu olmasın.
- İktidar savaşı vb şeyler bize yabancı ve yadırgatıcı söylemlerdir. Kimse bu türden gayrı ciddi söylemlere prim vermemelidir. Böyle bir polemiğin ve oyunun tarafı olmayacağımızı da belirtmekte fayda görüyorum.
- Sn Öcalan'ın, halkın önemli bir kesimi nezdindeki ağırlıklı etkisini geçmiş dönemlerde de bizzat gözlemlemiş biri olarak, kendisinin bu yönlü bir teste tabi tutuluyormuş gibi bir algı yaratılmasını haksızlık ve sorumsuzluk olarak değerlendiriyorum. (@hdpdemirtas . 22 Jun 2019 / 8:17 sabah)
Birinci tarihî maksat hasıl olmuştur: görüştüğümüz yerin, 20 yıllık en “kirli” kullanım süresi bitirilmiştir. Artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deyişinin tarihsel bir hakikat olduğu yerdeyiz... Şimdi sıra ikinci ve asıl tarihî maksada geçişin hazırlığı ve adımlarındadır (birincisindeki yanlışların dersiyle):
Etnik olarak sentezlenmiş Türklüğü ve Kürtlüğü siyasi olarak da sentezleyip bu sorunumuzu Türkiye'nin büyümesiyle sonuçlandırarak çözmek... Siyasette silahı ve şiddeti bir daha geri dönemeyecek kadar kötürümleştirmek... Metot: Bir çay bardağı ve bir gönül şişesi (milletin ve dostların) kırmayacak ciddiyet, hassasiyet ve samimiyet ile...
Örgüt ve lider üzerine sosyolojik literatürün devasa skalasında, Karizma üzerine temel klasik kaynak Max Weber'dir.[1] Weber, karizmayı “Pure” (temiz, saf) ve “Routinized” (rutinleştirilmiş) kavramlarıyla iki aşamaya ayırır. Birincisini kitlelerin motivasyonunda geliştirici, güç-verici olarak olumlarken ikincisini, palazlanmakta olan yeni iktidar sınıfının (bureaucratic saff) maddi ve manevi çıkarlarını kurumlaştırmasının “yüksek verimli” bir aracı olarak işlevselliğine dikkat çeker (Weber 1947: 364). Her toplumsal sıçramada halklar, sıçramayı başarılarıyla örerek inanılmayanı inanılır hâle getiren lidere bir karizma yükler. Bu karizma “saf” (pure) olarak doğar, büyür ve halka çalışır. Sonra rutinleşerek iktidara yapışan yeni bürokratik aygıtın en sahte ama en iş-bitirir bir sihirli değneğine dönüşür. Toplumsal hareketlenmeye neredeyse liderin kendisi kadar feyiz veren “saf” karizma, iktidara bulaşınca “rutin”leşir, ve bu kez tam tersinden toplumsal uyuşturmanın “feyiz” kaynağına dönüşerek liderin kendisini de – eğer hâla yaşıyorsa – adeta debriyajına basılmış arabanın gaz pedalı gibi, boşa çıkarır. Lider gaza bastıkça basar ama “motor”a, yani Örgüt işleyişine işlemez. (Şüphesiz Weber, liderin karizmasının “rutin” kullanımını kendi maddi-manevi iktidar olanaklarının hizmetine koşturan “bürokratik apparatus”un günümüz dijital iletişim imkânlarından habersiz yazdı).
Geçenlerde “eşler tiyatrosu” ile tartışılan Demirtaş, Twitter “madde”lerinin orta yerine “İktidar savaşı vb şeyler bize yabancı ve yadırgatıcı söylemlerdir” gibi bir “ince/tiz perde” atarken; yukarıda sözünü ettiğim tehlikeli –ve bölücü– Türkçülüğü kışkırtıp canlı tutmak üzere bu kadar tekraren gece-gündüz kullanılan “Başkan Apo'nun heykelini yapacağız” deyişini neden dediği ile ilgili bir cümlecik aklına getirip yazmamaktadır, söylememektedir. Çünkü bu “heykel” işinin bir taşla iki sosyoloji kuşunu çantada keklik etmekte olduğunun “derin” farkındalığı, Ova elitlerini böyle bir rezerve odaklamayı vazgeçilmez etmektedir. Onlar için karşıt dinamiklerin (Türk ve Kürt milliyetçiliğinin) kışkırtılmış olması, deyim yerindeyse toplumsal fay kırılmaları enerjisi biriktirmesi, taraflara zengin ve kolay erişilebilir bir toplumsal destek rezervini tepside sunar. Bu anlamda taraflar (karşıt milliyetçilikler), birbirilerine karşı “yaman mücadele” ettikleri savı/görüntüsü ile aslında bu zengin ve kolay erişilebilir rezervden muhataplarına adeta tepside “maden” servis ederler. Karşıt milliyetçiliklerin birbirlerini dolu-dizgin besledikleri düşüncesinin böyle sağlam sosyolojik bir mesnedi vardır. “Ulusalcılar”, kimi yerde “Sol Kemalistler” denen ve “aşırı milliyetçiler” olarak bilinen Gladyo bağlantılı iğdiş edilmiş Türkçülük dediğimiz çevrelerin, ölçüsü kaçırılmış “Türk milleti” vurgularının eşliğinde Kürtlerle alakalı etnik değerleri öteleyen, ötekileştiren, küçümseyen söylemlerinin de Kürt ilkel milliyetçilerine “altın tepsi” servisi olması gerçekliği “heybe”nin diğer kefesini ifade etmektedir.
Dolayısıyla bürokratik aparattaki “derin akıl”, Öcalan'ın yirmi yıldır “Beni Türk halkına anlatın yeter” diyen ısrarına rağmen, hemen her kesimden Türk halkını alarma çağıran (provoke eden) bu “heykel” işini neden bu kadar önemsediğine dair bir “kelimesellik” yazıp söylemeye müsait değildir. Fıtratı buna izin vermez.
Hapishane günlerini mesela, Öcalan'ın “Demokratik Cumhuriyet” teziyle ilgili odaklanmaya, yoğunlaşmaya vermesi hayatiyetle gerekirken; bu “çizgi”yi Ova'da temsil ile iddialı bir siyasi parti genel başkanlığına kadar gelmiş bir hukukçu olarak, mesela; bu Demokratik Cumhuriyet perspektifinin Türkiye'nin üniter birliğini tehdit etmenin aksine, ne kadar Türkiye'nin büyümesi projesi olduğunu gün geçirmeden yazması gerekirken; kendisini edebiyatçılığa (öykücülük ve tiyatroculuk ekseninde) vermesinin anlamı nedir?
***
Reel sosyalizmin Lenin heykellerini çelik halatlarla tarihin çöp hangarlarına çekerken çıkardığı gürültüyü de anarak, Öcalan'ın –binlerce sayfa savunmalarıyla– canlısı dururken, neden heykeliyle bu kadar ilgilendiğini yazmanın Demirtaş'ın aklından geçmemesinin anlamını, meseleyi çalışanlar bilir. Şüphesiz mesele, meseleyi çalışanların bilmesi değildir. Mesele, meselenin meseleyi çalışmayanlara da bildirilmesidir. Herkesin meseleyi bizim kadar çalışması ne mümkündür ne de gereklidir. Gerekli olan, meseleyi çalışanların toplumsal tarihe – ve toplumsal güne – karşı sorumluluklarını yerine getirmek üzere önce yerinde sorular sorarak, sonra da yerli yerinde cevaplar arayarak meseleyi, meseleyle ilgili sorulara ve sorunlara cevap olmaya açmaktır. Biz bunu şimdilik bazı sorular sormak suretiyle yapmaktayız. Zira felsefe literatüründe hakikati bulma yolunda soru sormak, soracak soruyu bulmak, hakikatin kendisini bulmaktan daha elzemdir.
***
Hadi bunları, hapishaneye girince duygusallaşarak ve/veya umutsuzlaşarak kendilerinde hukukçuluk ve siyasetçiliği bırakma meyli gelişti diyelim...
Peki Twitter'ını bu kadar yoğunca kullanan ve polemikçilikte de hayli “usta” olduğunu göstermeye özenle kilitlenen Demirtaş; “Öcalan'ın örgüt üzerinde etkisi kalmadı” savını güçlendirmek üzere bize korsanca (avukatsız) yaptırılan basın toplantısından sonra, hemen her gün yazılı ve görsel medyada bu savı doğrulamak/kanıtlamak üzere aylardır söylenen “Kürtler Öcalan'ı değil Demirtaş'ı dinledi” hezeyanlarına – bir “makale” ile değilse de – yine o sıra-numaralı “Twitt”leriyle neden bir açıklama (veya polemikleme) yapmamaktadır?
En azından o Ezop Dili yöntemi (söyledim ama söylemedim yöntemi!) ile kaleme aldığı öykü/hikaye/senaryo kitapçıklarından biri kadar da olsa, neden yazmaz?
Neden; “Öcalan'ın... alacağı her türlü inisiyatifin yanında olacağım” benzeri bir sıra-numaralı Twitt ile, “Hayır, ‘bizzat gözlemlemiş biri olarak' Kürtler beni değil Öcalan'ı dinler” mealinde bir ses vermek aklına gelmez?
Neden; kendisine yine “yabancı ve yadırgatıcı” gelecek olan “Öcalan gitti Demirtaş geldi” merkezli yoğun yalan ve manipülasyonlara “Kimse bu türden gayrı ciddi söylemlere prim vermemelidir” benzeri bir not düşmez bir başka Twitt'ine??
Neden; “...halkın önemli bir kesimi nezdindeki ağırlıklı etkisini geçmiş dönemlerde de bizzat gözlemlemiş biri olarak” Öcalan'ın “bu yönlü bir teste [liderlik testine] tabi tutuluyormuş gibi bir algı yaratılması” yönündeki iğdiş edilmiş Türkçülüğün, sol/sağ Kemalist/faşist odakların bu dört-koldan saldırı furyasına karşı bir not bir yere düşmez???
İstanbul seçimlerinin vesile olduğu tarihî fırsat ile İmralı'ya 20 yıl sonra ulaşmamız sonrası, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve bu benzeri sorular/sorunlar Demirtaş'ın önüne her mecrada gelecektir. Öcalan kini ve nefretinin adeta bir ur gibi büyüttüğü ruhsal buhranlarından beslenen arayışlarda filizlenen “Selocan sempatisi”nin sol ve sağ faşist gönüllerdeki yeri değil; Kürtlerin gönlündeki yeri hakkedişinin kaderi bu sorulara vereceği cevaplarda olacaktır.
Devam edelim. Birinci İmralı görüşmemizin sonunda, Öcalan tarafından el yazısıyla Leyla Güven'e hitaben ilk İngilizce kitabımın (Humanisation movement) iç kapağına düşülen not şöyledir:
“Sevgili Leyla,
Dostumuz Ali Kemal Özcan'a Gandi tarzı bir pratiğin yoldaşlığını, böylelikle ölüm orucunun anısını özgür yaşam yürüyüşüyle taçlandırılmasında başarı diliyor, sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
İmza
[16 Haziran 2019]
- Öcalan
Şu ana kadar, sekiz aya yaklaşan sürede, Leyla Güven ile üç görüşme yapmış ve her seferinde “Gandi tarzı bir pratiğin [veya teorinin] yoldaşlığı” anlamında hiç bir pratik sonuca ulaşılamazken, ısrarlarıma karşın kendisinden bize gelen bir şey yapamama mesajlarından Demirtaş'ın habersiz olduğunu varsayalım. Ne var ki; heykelini yapacağını söylediği Öcalan'ın iki avukatına ikinci görüşmemiz sonunda yazdığı aşağıdaki notu, tarafımızca hem malum basın toplantısında okundu hem de “sosyal medya” müdavimlerinin temel “bibliyografik” kaynağı olan YouTube video paylaşım sitesinde mevcuttur:
Sayın Rezan ve Nevroz Arkadaşlar
Ben sizden sonra Ali Kemal Özcan hocayla da görüştüm. Kendisine özgü geniş bir literatürü vardır. Umarım paylaşırsınız. Bildiriyi [okuduğumuz çağrı] kendisine de okudum. Nasıl açıklanıp değerlendirileceğini tartıştım. Birlikte bildiriyi özüne uygun biçimde toplantı veya toplantılarda açıklayıp yorumlamanızın da yararlı olacağı kanısındayım. Görüşmek dileğiyle. Selam ve sevgilerimle
20 Haziran 2019 / A. Öcalan
İmza
Demirtaş'ın; hayli canlı kullandığı Twitter'ı aracılığıyla “canlı bağlantı” içinde olduğu parti örgütüne, heykelini yapma sözü verdiği Öcalan'ın yararlı olacağını söylediği “bildiriyi özüne uygun biçimde toplantı veya toplantılarda açıklayıp yorumlama” işinde “Ali Kemal Özcan hoca ile şimdiye kadar ne yaptınız” mealinde bir sorusu/derdi neden yok?
Parti örgütüyle hayli “canlı” bir alış-verişte olduğu malum “eşler tiyatrosu” ile tereddüt götürmediğine göre; Örgüt'ün Kandil merkezinin bile bizim İmralı görüşmelerimizin devamı yönünde olumlu görüş belirttiği bilindiğine göre; Demirtaş neden adeta bir mezar sessizliğini tercih etmektedir?
Öcalan'ın yerine Demirtaş'ın ikame edilmesi hayali, bir takım Küresel ve yerel odakların dip-hafsalasında heyecanı-dorukta bir “fantezi” olduğu aşikârdır. Selahattin beyin buna ne kadar meylettiğini tam bilmiyoruz. Çünkü ne konuşuyor ne yazıyor: Ama 1999 Şubatındaki İmralı servisini yapan konsorsiyumun bu “iş”in arkasında olduğu belliden de ötedir. Öcalan ile Demirtaş arasında buna işaret eden bir fikir ayrılığı yok. Daha doğrusu böyle bir şeyin olup olmadığını da bilmiyoruz. Yine çünkü, elimizde Öcalan'ın fikri var ama Demirtaş'ın yoktur. Öcalan'ın onbinlerce sayfa savunmaları/çözümlemeleri var, Demirtaş'ın yoktur. Demirtaş'ın elimizde sadece Ezop Dili (söyledim ama söylemedim) ile yazılmış “hikaye”leri var. Bunlar da kamuoyuna “Eşler Tiyatrosu” türü “organize işler” biçiminde yansımaktadır. Ama hemen hergün “Başkan Apo'nun heykelini yapacağız” ve “Kürtler Öcalan'ı değil Demirtaş'ı dinledi” merkezinde yapılan kışkırtıcı, manipüle edici zırvalar ile ilgili, Selahattin Bey ve “Ovası”nın ağzını adeta bıçak açmamaktadır.
Basın toplantımız vesilesiyle yazılı ve görsel medyada hemen her gün “Kürtler Öcalan'ı değil Demirtaş'ı dinledi” didiklemelerine rağmen...
“İyi hâl” ile yaklaşalım:
Hepimiz doğarız, büyürüz, eskiriz ve ölürüz... Hepimiz insanız; eksiğimiz, aksağımız, zafiyetlerimiz vardır. Hepimiz bir canlı beşeriz: bir kere doğar bir kere ölürüz... Hepimiz egolarımızla yüklüyüz: adeta balık-istifi tıkıştırılmış dolulukta yüklüyüz. Hepimiz egolarımızla yani zafiyetlerimizle büyürüz...
diye düşünüp Demirtaş'ın “masum” bir egosuna yenik düşmekte olduğuna inanalım, farz edelim: “İstemem ama cebime koyabilirsiniz” demeye getirmektedir bu mezar sessizliğiyle diyelim.
Peki; siyasette vicdanın ve/veya nefis terbiyesinin, yani kendini bilmenin/tanımanın hiç mi yeri olmayacak bu insanlaşma medeniyetinin beşiği topraklarımızda?
Bu “anlayana sivrisinek saz” veriler; izan ile, vicdan ile, yürek ile ve nefsin [egonun] terbiyesi ile okunmaya başlanmalıdır.
Mevlana Celaleddin-i Rûmî “Bin sene de okusam, ‘ne biliyorsun' diye sorsalar, haddimi bilirim derim” der…
Orta Anadolu kültüründe şöyle bir atasözü vardır: Zina olur, ama anaya-bacıya olmaz. Yani; çok şeyle oynanabilir ama “Önderlik” ile oynanmaz!
[1] Weber, M. (1947), The Theory of Social and Economic Organisation, London: The Free Press of Glencoe.