Türk tarzı oyun oynama pratiğinin ölümcül korkusu arkada çok geniş alanlar bırakma kaosudur. Bu öyle büyük bir kabus ki tam 100 yıl boyunca Türk usulü futbol oynama pratiği sırf bu yüzden total bir oyun kurgusu tasarlayıp, uygulayamadı. Defans bu yüzden hala kelimenin tam anlamıyla defanstır ve temel görevi sadece o geniş alanların nöbetini tutmaktan ibarettir.
Guardiola, Arsenal gibi (en az Bayern kadar pas trafiği ve yaratıcı pas imkanlarına sahip bir takımdır) bir oyuncu gurubuna karşı oynarken bile hiç tereddüt etmeden bütün yarı sahasını boşaltma cesaretini gösteriyor. Guardiola'nın “rakip benim defansımın arkasına sarkar” gibi özel bir derdi hiç olmadı. Zaten böyle düşünmüş olsaydı, ne o Barselona'daki harika oyunu tasarlayabilirdi ne de şimdi Barselona'nın o eski oyununu aştığını düşündüğüm Bayern Münih'in Beethoven senfonilerinden daha kusursuz tınılara sahip bu büyük oyununu hiç kurgulayamazdı.
Hiç saklamadan hemen ifade etmeliyim ki Arsene Wenger, Josep “Pep” Guardiola'dan sonra en fazla saygı duyduğum teknik direktörlerin başında gelir. Bu maçı izlerken, sonuç ne olursa olsun, oynanan futbolun ruhumu doyuracağından hiç tereddüt etmedim. Nitekim ilk yarıda Guardiola'nın Bayern'de şekillendirdiği, neredeyse kusursuz, total ve bütünlüklü oyun neredeyse Goya'nın fırça darbeleri gibi ruhumda yumuşak dokunuşlar oluşturdu.
Buna karşılık Arsene Wenger'in önceden tahmin edilebilir bu baskın ve ölümcül güç karşısında çok keyifli pusular kurgulayacağını düşünmüştüm ve öyle de oldu. Bütün maçı bir ressamın tuvali gibi gören ve bu perspektiften asla ödün vermeyen Guardiola'ya karşı Wenger'in elinde galiba sadece bu tabloda belirecek ışık ve gölge anlarından başka da birşey kalamazdı.
Arsene Wenger takımını 7/3 gibi hiç de tarzı olmayan iki yapıya ayırmıştı; yedili yapı Bayern'in her üç koridordan gelen ve her biri sarhoş edici, şaşırtıcı bulmacalarla süslenen ataklarına karşı koymaya çalışırken, üç şövalyesini de –ki bunlar Sanchez, Walcott ve Mesut Özil'den oluşuyordu- büyük güçlüklerle kapılan toplarla, bir kılıç darbesi gibi keskin ve o ölçüde hızlı biçimde, Bayern'in kalesinde tehdit oluşturmakla görevlendirmişti.
Artık Aristotalles'in düşünce dünyasına kattığı o büyük ruhu kadar eminim ki Guardiola futbol oyununu tek bölgeli oynuyor. Bunun anlamı şu; bütün takım topun olduğu bölgede ve o anın şekillendirdiği pozisyonun aktif öznesi. İster top Bayern'de olsun, ister top rakip takıma geçsin, bu sistematik tarz değişmiyor. Yine bu tek bölgeli oyunun hem savunmada hem de hücumda gidiş gelişleri sabitleyen üç koridoru var. İki kanat ve orta göbeğe açılan bu koridorlara, Guardiola inanılmaz incelik ve zerafette, hem kalkış rampaları eklemiş hem de bir koridordan öbür koridora geçiş için çok kullanışlı peronlar inşa etmiştir. Esasen sözünü ettiğim bu üç oyun koridorunun pürüzlerden arındırılmasını imkan dahiline sokan şey, yine sözünü ettiğim rampalar ve peronlardır.
Fatih Terim gibi kavramsal düşünceden ödü kopan teknik direktörler “çapa-çupa” deyip sözüm ona futbolun kavramsallığını küçümseye dursunlar, başta Pep Guardiola ve Arsene Wenger bu oyunun ruhuna aritmetik ve geometriden sonra, müzik ve resmi de taşıma çabasındadırlar.
Bu maçta, Pep Guardiola Beethoven'ın o muhteşem ve kusursuz notalarına yeni bir melodik tını katarken, Arsene Wenger Salvador Dali'nin gerçeküstü resminden fırlamış gibi ani ataklarla kendi tablosuna ilahi bir güzellik katıyordu.
Bu maç kesinlikle estetik bir nesneydi ve bu yanıyla tereddütsüz bir sanat eseri olarak kabul edilebilir.