Seçim arbedesi 2-3 gün sonra geçecek. Partiler boyunun – objektif olarak – ölçüsünü alacak. Ama subjektif olarak herkes galibiyetle çıkacak...
Buna göre sıra ile; Ak Parti %45’in yakın etrafında, CHP %30’un altında, MHP %15’e doğrunun cıvarında “ölçü”sünü alacak. Tabi bu tür tahminleri genellikle “yazar”ının arzusu/beklentisi olarak okumak pek haksız değildir. Biz de buna “objektif olarak” dahiliz. Ama benim subjektif olarak arzum Ak Parti’nin %50’nin üstünde, CHP ve MHP’nin %10’un altında kalmasıdır. Çünkü ben – maalesef – (keşke yanılsam), Erdoğan’ın Ak Parti iktidarının devlet adına yürüttüğü Çözüm Süreci’nin, yani bu kez çok yaklaştığımız ve tarihiyle bileşerek yenilenmiş bir Türk-Kürt ittifakının önüne geçmek için hedeflendiğini düşünmekteyim.
BDP’yi de ne arzu etmeye ne de tahmin etmeye yüreğim/dilim varmıyor. Onlar %6’nın eksi veya artı küsuratlarında sayarlar.
Asıl mesele seçim sonrasıdır.
Küresel ve yerlisi odakların Süreç merkezli operasyonunun seçim sonuçları üzerinden sonuç almak istediği aşikârdır. Buna göre, Erdoğan hükümetini bir önceki yerel seçim oranının (%39) altına düşürdükten sonra “asıl hamle”ye geçme hedeflenmektedir. Cumhuriyet tarihinin ilk devletleşen hükümeti olarak Kürt meselesini kendi iç dinamiği ve öz-iradesi ile hal yoluna koymaya karar vermiş Erdoğan liderliğini, kaotik sokak hareketliliği ile “alaşağı” etme esas hamle olacaktır. Dolayısıyla İttifak ve Nifak güçlerinin seçimlere yüklenmesi anlaşılırdır.
Ancak; tehlikenin doğası dediğimiz “taktik dinamik” çözümlenip çözülemez ise, Hükümet’in seçimlerde %45-50 bandındaki bir muhtemel oy “koruma”sı da, topyekün saldırı halindeki tam-teşekküllü Operasyon’un umutlarını kesmeyecek ve bu ulusal kanaldan sonuç almaya çalışacaktır.
“Ulusal kanal”dan meramımız, Ak Parti devletinin İmralı sürecini sevk ve idare eden biriminin istişarelerdeki ruhudur. Bu ruhun Öcalan’daki tezahürüdür.
Bu ruh satırların kendisindan çok daha fazla “ara”lardan saçılırken, bunun tartışılmasından kaçma ise, gölette su içmeye çalışırken kendi yansımasını görüp kaçması hâlinin, felsefî metinlerin ünlü rivayetindeki (Bilge ve Köpek) ruhsal çözümlemesini andırmaktadır.
Yaklaşık üç yılı aşkındır Çözüm Süreci’nin bu “korku”ya, bu korkudan korkmaya kurban edilmemesi için feryadediyoruz. Süreç’in bir üçüncü toslaması ile (ki bu “ruhsal konsept” zemininde devam edilmesi durumunda kaçınılmazdır) AK Parti ve PKK’nin yedi ceddinin altından kalkamayacağı dediğimiz “yeni çatışma dönemi”ne geçilmemesi için, tabiri caizse kıyameti koparmanın eşiğine gelmiş bulunmaktayız.
İlgili temel güçleri, en başta da Erdoğan ve Öcalan’ı “titreyip kendine dönme”ye çağırarak henüz taze 2. Newroz Mektubu’ndaki “öncü sarsıntı”yı haber ederek belirtelim:
• Mektup “tarihsel rotasına oturtulmuş Türk-Kürt ilişkileri en kapsamlı demokratik reformları”nı gerçekleştirme sürecinde “iki taraf da birbirlerinin iyi niyetini, gerçekçiliğini, yeterliliğini test etmiştir. Bu testten [herşeye] ...rağmen iki taraf da barış arayışından kararlılıkla çıkmıştır” derken; Bayık’ın Türkçeye çevrilen görüntülü mesajı “AKP’nin çözüm önündeki en büyük engel olduğu ortaya çıktı” “somut tahlil”inden hereketle “Bu engel ortadan kaldırılmadan çözüm gelişmez” diyerek yakın/acil hedefi belirledi.
• Bu Newroz’dan dört gün önce KCK Yürütme Konseyi “tarihî bir deklarasyon” ile “Hükümet işlevini yitirdi, AKP muhatap olmaktan çıktı” diye ilan etti.
• Bu aynı Newroz’dan bir gün önce, Örgüt’ün reel sesi İMC Tv’de M.Altan ısrarla ve tekrarla “Öcalan devletin elindeki 15 yıllık mahkumdur, Kandil’de olsa nasıl konuşurdu?” diye sorarak Kandil’in ve Kürtlerin onu aslında dinlememesini salık verdi.
Birinci Newroz Mektubu’ndaki hayal ile gerçek, diğer bir ifade ile, Öcalan’ın stratejisi ile Kandil’in taktiği arasındaki “reel durum” İkinci Mektup’taki “görüntü”den daha az net değildi:
• Mektup “Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı, ‘artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun’ noktasına geldik... Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.” derken, çekilme yüzde 20’nin altında kaldığı gibi, Kandil müteakip bütün açıklamalarında “adımlar atılmazsa çıkanları da geri sokarız” diyegelmektedir.
• Öcalan buna hiç bir şey dememektedir.
• Devletin İmralı birimi ise “görüntü”yü görüp kaçar gibidir.
Önümüzdeki “ruh” şudur:
Devlet de Öcalan da “silahların kudreti” üzerinden görüşmeleri sürdürmeye devam etmektedir. Rivayet edilir ki, İkinci Dünya Savaşı günlerinde Stalin’e Papa’nın kendisi ile görüşmek istediği iletilir. Stalin duymamazlıktan gelince, ileticinin duymadığını sanıp tekrarlaması üzerine Stalin, “Kaç tümeni var?” diye sorar... Ama bu yetmiş yıl öncenin Soğuk Savaş konseptinin görüşme ruhu idi.
Öcalan’ın Savunmalar’ının temel tezi olan “Dördüncü Türk-Kürt İttifakı”nın önündeki yegane tehlike İmralı görüşmelerindeki bu “ruh”tur. Uluslararası ve yerli uzantısı odakların üzerinde en sonuç-alıcı operasyon yapacakları alana kapıyı sonuna kadar açık tutacak olan da bu “ruh”tur.
İmralı Savunmaları’nın satır ve aralarında sivil siyasetin felsefesinin ve “tarihi yaşama ruhu”nun gezindiğini enaz on yıldan beri tekraredegelirim. Ancak öyle anlaşılıyor ki; İmralı “görüşmeler birimi”ndeki güç-ordu-silah besili “devlet aklı” Öcalan’ı silahla siyaset ruhuna geri çekmektedir.
Çatışma döneminin ruhsal formasyonundan öte bir emare taşımayan figürlerden oluşan İmralı heyetlerinin taşıdığı “devrimin ayak sesleri” de buna binince, Öcalan temel Savunmalar’ında gezinen ruhundan alarm-verici bir düzeyde koptu. “Devrimler dönemi kapandı, asıl dönüşüm evrimseldir” diyerek sosylaist literatürün 21. Yüzyıl perspektifini veren Öcalan, can-havli mücadelesindeki Suriye Kürtleri’nin “rojava devrimi” ile dünyaya İsviçre kantonlarından daha demokratik bir “numune” sunduğunu söyleyecek kadar “devrimci” bir noktaya çekildi. Bu Newroz mektubunda halkı “en devrimci duygular”ıyla selamlayacak kadar 70’lerin “devrimci heyecanı”ına geri döndü.
Araştırmaya değerdir ki, olası bir referendumda Suriye Kürtleri, Kırım’ın Rusya’ya katılma oranından daha yüksek bir oranla Türkiye’ye katılacak kadar Türkiye Kürtleri’dirler.
"...O halde halkların başarılı olduğu hiçbir devrim yoktur’ denilebilir”den (2004) “devrimci halk savaşı”nın uzun-uzun analizlerine (2012), “ulusal kelimesini KNK’den çıkarıp yerine ‘halk’ koyun” ve “kapitalist pazar ulusun rahmidir”den, “ulus”un önüne “demokratik” koyunca kapitalist pazarın rahminden “ulus”u çıkarıp kurtaracağını düşünecek kadar, Öcalan “devrimci savaş”cılığa ve ulusculuğa rücu etti.
Sadece Türk-Kürt ilişkilerinin geleceği değil, Öcalan’ın siyaset ve “özgürlük” geleceği de silah/şiddet ihtimalinin sıfırlandığı bir sivil siyasetten geçtiğini bilmemek için 60-70’li yılların ruhhâline tutuklanmış olmak gerekir.
Öcalan’a özgürce siyaset yaptıracak olan, silahın kendisini de gölgesini de tümden devreden çıkarmış, şiddeti ve kırıp-dökmeyi defterinden silmiş bir sivilörgütleşme eylemliliğidir. Öcalan’ın böyle bir sivil potansiyeli silahlı gücü ile karşılaştırılmayacak kadar fazladır.
Reel PKK’nin – Sümer Rahip Devleti’nin “toyluğu”na kadar uzanan iktidar köklerinin Sovyetik sinmişliği ile – devreye sokmaya yanaşmadığı da Öcalan karizmasının bu potansiyelidir.
“Bu kış komünizm gelecek” türünden “Önderlik bu bahar özgür olacak” naralarının Türk milliyetçilğini kaşıyarak MHP’yi %20’ye doğru tırmandırmaktan başka bir işe yaramadığını – dolayısıyla “Önderlik”in İmralı’da ömrünü tamamlamasına götüreceğini – idraktan kaçıracak kadar Öcalan’ın basireti “devrim heyecanı” ile kelepçelenmiş ise, burun-buruna olduğumuz tehlike, “sonuçta Kudüs’e kral olma arzusu”nun Hz. İsa’yı çarmıha götürmesinden daha küçük değildir.
Özetle “adım atılmazsa sınır ötesine çekilenler de geri gelir”in oldukça makul algılandığı yerde “silahlar susmuş siyaset konuşuyor” demenin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Silahla siyasete devam ediliyor ve bunun çözüme değil, kimsenin altından kalkamayacağı en hafifinden “Ukraynaî” bir çöküme götüreceğini görmemek için gafletten de öte bir hâle yakalanmış olmak gerekir
Seçim “arbede”sinden çıktıktan hemen sonra Ortakvatan’ın ortaklığına inanan herkesin yeni bir hayatiyetle odaklanmak zorunda olduğu yer burasıdır.